Türkiye'de (veya başka bir çevre ülkesinde) yerli sermayenin belirli bir dönem itibariyle gündeminde olmayan, hatta orta/uzun vadede bile radarına girmemiş olan kimi hedeflerin yapılabilir olduğunu ona dayatan uluslararası sermaye aklı her zaman dikkate alınmalıdır. Ülkelere dıştan dayatılan büyük dönüştürme operasyonları böyle ilmik ilmik örülmektedir.

Sermayenin ufku

1970 sonlarında Ecevit Hükümetini düşürmüş olan TÜSİAD'ın yeni başkanı Ali Koçman, 1980'lerin başlarında yani 12 Eylül rejiminin herşeyi sermaye lehine döndürdüğü dikensiz gül bahçesi ortamında, TÜSİAD'ın bir yayınına yazdığı önsözde, KİT'lerin önemine ve devletin rolüne vurgu yapmış, özel sermayenin KİT'lerin temsil ettiği yatırım gücünü gerçekleştirebilecek kapasiteye veya onları devralabilecek sermaye gücüne sahip olmadığını açıkça belirtmişti. Özelleştirme akımı dünyada başlamış olsa da Türkiye burjuvazisi bunu henüz gündemine bile almamıştı ve cesametli KİT'ler açısından da olanaksız görüyordu. Aslına bakılırsa 24 Ocak 1980 Kararları bile, kapsam olarak, o zamanki yerli sermayenin ufkunu aşan genişlikteydi. (12 Eylül darbesiyle emek kesiminin elinin kolunun tamamen bağlanması da sermayenin beklentilerini aşan bir bonus idi).

Sonraki gelişmeleri, Özal iktidarının 1986'da ABD'li finansman kurumu Morgan Guaranty'yi danışman şirket olarak belirleyip "özelleştirme ana planını" hazırlatması hızlandırdı. Özelleştirme ana planının yabancı bir finans kurumuna "ısmarlanmasının", uluslararası finans kuruluşlarının telkinlerinden bağımsız olmadığı muhakkaktı. Hazırlanan altı ciltlik "özelleştirme raporu" KİT'lerin toplam tahmini değerinin 100 milyar dolar olduğunu değerlendiriyordu. Başlangıçta öngörülmemiş çeşitli hak ve imtiyazların da sonradan özelleştirme kapsamına alınmasına rağmen bu tutara yaklaşılamadığını belirtirsek, yağmanın boyutu için bir ölçüt daha elde edilmiş olur.

Kısacası, 1980'lerin başlarında yerli sermayenin ufkunda bile olmayan büyük cesametli bir kamu-özel sektör yer değişimi Türkiye'nin gündemine uluslararası sermaye tarafından sokulmuştu. Kuşkusuz böyle bir liberalleşmenin doğuracağı yağma fırsatlarından yararlanmak isteyecek yabancı sermayenin doğrudan çıkarları da söz konusuydu. Ama dolaylı çıkarlar bütünü belki de daha fazlasıydı: Türkiye iç pazarının koruma duvarlarının indirilmesi sadece gümrük vergilerinin indirilmesi üzerinden olamazdı; iç pazarı korumada aktif/pasif çok ciddi roller üstlenmiş olan KİT'lerin tasfiyesi adeta ülkeye serbest giriş vizesi yerine geçecekti. Daha sonra, 1989'da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi de, özelleştirme dalgası başlatılmamış olsa anlamlı olmazdı.

Kıssadan hisse: Türkiye'de (veya başka bir çevre ülkesinde) yerli sermayenin belirli bir dönem itibariyle gündeminde olmayan, hatta orta/uzun vadede bile radarına girmemiş olan kimi hedeflerin yapılabilir olduğunu ona dayatan uluslararası sermaye aklı her zaman dikkate alınmalıdır. Ülkelere dıştan dayatılan büyük dönüştürme operasyonları böyle ilmik ilmik örülmektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin genel çıkarları adına düşünceler üretilmesi; bu çıkarlara uygun siyasetçilerin yetiştirilmesi veya uygun görülenlere (Özal, Çiller, RTE) istim verilmesi; başta ekonomi bürokrasisi olmak üzere üst düzey kamu yöneticilerinin zamanın ideolojisine adapte edilmesi, böyle bir çerçeveye oturmaktadır.

***

Dolayısıyla bugün Kıdem Tazminatı'nı bir fona dönüştürmek ve/veya ne olacağı belirsiz bir Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi'nin (TES) parçası yapmak programlarının, IMF gibi dış akıl hocalarından bağımsız bir biçimde geliştirildiğini düşünmemek gerekir. Nitekim bu konuda IMF'nin kayda geçmiş "reform" taleplerine dünkü yazısında Aziz Çelik dostumuz ayrıntılarıyla ve büyük bir vukufla değindi. ("'Kalkan' değil, kıdem tazminatına balyoz!", Birgün, 22 Haziran 2020).

"İstihdam vergisi" niteliğindeki primlerle kolay kaynak toplama yöntemlerine sağ iktidarların da pek hevesli olduğu öteden beri bilinir. Nitekim, Özal'ın Çalışanların Tasarruflarını Teşvik Fonu (Zorunlu Tasarruf) ve Konut Edindirme Yardımı gibi istihdam üzerine konulan prim kesintilerine dayalı fonları nasıl kamu finansmanının tercihli araçları arasına soktuğunu biliyoruz. Daha sonra, Zorunlu Tasarruf prim kesintileri dondurulurken (tasfiyesi yıllar sonra olacaktır) onun sistem içine girmiş prim yükünün işçi statüsünde olanlar için Haziran 2000'de bir İşsizlik Sigortası Fonu'na dönüştürüldüğü de herkesin malumudur. Bu fon da, bugüne kadar toplanan kaynakların büyük bölümünü kamu iç borçlanmasının faiz maliyetini düşürmek, vadesini uzatmak ve devletin "faiz dışı fazla hesabına" net katkı yapmak bakımından kullanılagelmiştir. Bu arada işsizlik ödeneğinden daha fazla tutarlarda olmak üzere devlet bütçesine ve sermayeye geri dönüşsüz transferler yapma aracı da olmuştur.

Şimdi bugün yeniden gündeme taşınan Kıdem Tazminatı Fonu meselesi de, iki yakası bir araya gelmeyen kamu kesimi açısından bir kurtarıcı olarak görülmektedir. İşsizlik Sigortası Fonu kadar ve belki de ondan da büyük yeni bir kaynağa hükmetmek istemektedir. Ama evdeki hesap gene çarşıya uymayabilir ve bu proje yeniden ertelenebilir. Sendikalar kesiminden gelen/gelecek tepkiler bir yana, işçi tabanının birikmiş öfkesinin 15-16 Haziran 1970 türü bir tepkiye neden olmasından da korkulmaktadır.

Ayrıca sermaye kesiminin Kıdem Tazminatı Fonu'na kendi payına ödenecek primlere anlayışla bakması da beklenmemeli. Şimdiki tasarımda devlete düşecek yüzde 1'lik prim yanında sermaye payı olarak yüzde 4'lük bir prim katkısı önerilmesi (işçiler de, zaten hakları olan bu tazminata şimdi yüzde 0,5 ile 2,5 arasında katkı vererek belki ulaşabilecekler!), sermayenin genel tepkisini çekmektedir. (İktidar ayrıca İşsizlik Sigortası Fonu  primlerini de ikiye katlama tasavvurunu açıklayarak sanki pazarlığı üstten başlatmak niyetindedir). Sonuçta pazarlıkla Kıdem Tazminatı primi için yarısına razı olurlar mı bilemeyiz, ancak bugünkü kriz koşullarında (ki belirleyici tarafı da bir istihdam krizidir) bu tür ek istihdam vergilerine kesin bir karşı duruş sergilemeleri şaşırtıcı olmaz. Sermayenin şu tür gerekçeleri de olması beklenir: Fonda yeterli kaynak toplanınca bize de kredi/teşvik olarak geri dönmesiyle avunamayız, çünkü bugünden yarına ayakta kalabileceğimizin bile garantisi yok. Ayrıca mevcut sistemde birçok yan yoldan kıdem tazminatını ödemekten kurtulur ve esasen çalışanların önemli bir bölümü bundan mahrum kalırken, önerilen sistemde kaçışımız olmayacaktır.

Velhasıl, yerli sermaye açısından mevcut sisteme eklenecek ek yükler yerine mevcut sistemde tazminattan kaçınma kolaylıklarını genişletecek yol ve yöntemler makbul olacaktır. İşte bunun yolu da, istisnai bir uygulama olan "süreli sözleşme"yi, nesnel koşullara bağlı olmaktan ve tek kerelik bir hizmet akdi olmaktan çıkarıp zincirleme bir sözleşme biçimine dönüştürmekten geçmektedir. Yerli sermayenin uzun süredir düşlediği bu yola şimdi AKP iktidarı 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanlar için girmeyi önermektedir. Aslında herkes kıdem tazminatı fona mı dönüşücek tartışmasına odaklanmışken, kıdem tazminatını ortadan kaldıracak geniş bir otoban inşisına başlanmış durumdadır. (Bu konuda Alpaslan Savaş'ın geçen haftaki Sol Portal yazısı iyi bir uyarıcıdır).

Sonuç olarak, işçi sınıfının teyakkuz halinde olması gereken günlerden geçilmektedir.