Kapitalizmin demokrasi ve demokrasinin kapitalizm olmadan yaşayamayacağı yönündeki iddianın gerçeklerle uzaktan yakından alakası yoktur.

'Sermaye demokrasi ister'

Kapitalizmin “dahi çocuğu” Elon Musk, geçtiğimiz yıl 25 Temmuz’da, ABD hükümetinin salgın nedeniyle açıklamaya hazırlandığı yardım paketiyle ilgili olarak Twitter’da “Yeni bir teşvik paketi halkın yararına değil” minvalinde bir yorum yapmış, başka bir Twitter kullanıcısı da Musk’a “Asıl halkın çıkarına olmayan şey, senin lityuma sahip olabilmen için Amerikan hükümetinin Bolivya’da darbe yapmasıydı”  diye bir hatırlatmada bulunmuştu. Musk’ın buna yanıtı ise hem son derece “dürüstçe” hem de küstahçaydı; Musk “Kime istersek darbe yaparız. Aş bunları” diyordu.  

Musk haklıydı; ABD’nin, batının ve sermayenin tarihi, istedikleri ülkede darbe girişiminde bulunmalarının tarihiydi. Geçtiğimiz günlerde İngiltere’de yayınlanan bir rapor da bunu doğruluyordu. Rapora göre, İngiliz hükümeti Bolivya’da darbeye doğru giden süreçte lityum arayacak şirketleri ve onların çalışmalarını finanse etmiş, ayrıca İngiliz istihbaratı da CIA ile birlikte Bolivya devlet başkanı Morales’in devrilmesinde etkin bir rol oynamıştı. 

Aslında Bolivya halkı için yaşananlar tanıdıktı. Bolivya solu 1951’de Milliyetçi Devrimci Hareket Partisi çatısı altında girdiği seçimleri kazanmış, ancak ordu seçim sonuçlarını tanımamış ve iktidarı vermemişti. Bunun üzerine 1952’de Milliyetçi Devrimci Hareket Partisi, ordu içerisinden de destek bularak bir halk ayaklanması başlatmış ve iktidarı almıştı. Devrim sonrası kurulan hükümet, üç alanda köklü bir değişimi hayata geçirmeyi başarmıştı: Bunlar yerlilere oy hakkı verilmesi, madenlerin kamulaştırılması ve topraksız köylülere yönelik toprak reformuydu. Ayrıca bu dönemde başlatılan seferberlikle okuma yazma oranı artırılmış, yoksullukta göreli bir iyileşme sağlanmış ve sendikal hareket son derece güçlenmişti.

ABD’nin ve sermayenin bu devrime yanıtı 1964 yılında geldi. CIA’in doğrudan içerisinde olduğu bir askeri darbeyle hükümet devrildi ve General Rene Barrientos devlet başkanı oldu. Darbenin ardından kamulaştırmalar iptal edildi, madenler ve petrol yatakları hızla Amerikan şirketlerine açıldı, maden işçilerinin ücretleri yarıya indirildi. Ülkenin adeta ABD büyükelçisi tarafından yönetilir hale geldiği bu dönemde, 1967 yılında Che Bolivya dağlarında öldürüldü ve ABD Latin Amerika’daki en büyük “baş belası”ndan kurtuldu.

Barrientos’un 1969’da bir helikopter kazasında ölmesinin ardından yaşanan süreçte Ekim 1970’te solcu bir subay olan Juan Jose Terres iktidara geldi ve arka arkaya antiemperyalist adımlar atmaya başladı, yeniden kamulaştırmalara girişti. Ancak ABD bu sefer hızlı davrandı ve Ağustos 1971’de Amerikancı askerler kanlı bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler. Darbenin ardından binlerce solcu katledilirken ülke yeniden ABD sermayesinin kontrolüne girecek ve neoliberalizmin laboratuvarlarından biri haline gelecekti. 

Aslında yaşananlar bütün bir Latin Amerika kıtası için tanıdıktı. ABD Arjantin’de popülist lider Peron’a karşı önce 1951’de ve başarılı olamayınca da 1955’te iki kez darbe girişiminde bulundu. İkinci girişim başarılı oldu ve Arjantin ekonomisi IMF ve Dünya Bankası güdümüne girdi. 

1954’de Guatemala’da kamulaştırma ve toprak reformu adına önemli adımlar atan ilerici hükümet United Fruit adlı şirketin mali desteği ve CIA operasyonları aracılığıyla devrildi. 

1964’de Brezilya’da yoksullar yararına ve antiemperyalist bir ekonomi programını hayata geçirmek isteyen Joao Goulart iktidarı ABD’nin yönlendirdiği bir darbeyle devrildi. 

1973’te Şili’de sosyalist Allende hükümeti ITT şirketinin finanse ettiği ve CIA’in doğrudan içerisinde yer aldığı bir darbe aracılığıyla devrildi. Darbenin ardından, neoliberalizmin peygamberlerinden Milton Friedman’ın yetiştirdiği ve “Chicago Boys” olarak da adlandırılan ABD’li iktisatçılar Şili’ye gidecek ve ülkeyi neoliberal yağmaya açacaklardı.  

Velhasıl, Latin Amerika kıtasının kaderi ortaktı ve makûs bir talihi vardı. Ancak Latin Amerika aynı zamanda mücadele etmekten vazgeçmeyen insanların da kıtasıydı. 2000’lerde sol yeniden yükselişe geçti ve “pembe dalga” olarak da adlandırılan bu süreçte Venezüella’da Chavez, Brezilya’da önce Lula ve ardından Dilma Roussef, Arjantin’de Kischner, Uruguay’da Mujica, Bolivya’da Morales iktidara geldiler. Bu iktidarlar sosyalizme geçişi gerçekleştiremediler ama hem neoliberalizme hem emperyalizme karşı önemli adımlar attılar. Atmaları gereken adımları geciktirdikçe ve radikalleşmeye değil uzlaşmaya yöneldikçe emperyalizmin müdahalesine açık hale geldiler ve sonrasında da ya iktidardan düştüler ya da gerileme süreci içerisine girdiler. 

Bu süreçte Bolivya bir kez daha ABD ve batı destekli bir askeri darbeyle karşı karşıya kaldı ve Morales Kasım 2019’da ordu tarafından istifaya zorlandı. Morales ülke dışına çıkmak zorunda kaldıysa da partisi Sosyalizme Doğru Hareket mücadeleye devam etti ve darbeden yaklaşık bir yıl sonra yapılan seçimleri yüzde 55 gibi ciddi bir halk desteğini arkasına alarak kazanmayı başardı. Yani bu sefer ABD ve içerideki işbirlikçileri yenilgiye uğratıldılar, o makûs talih bir kez de Bolivya’da yenildi. Birkaç gün önceki gazete haberlerinde yer aldığı üzere darbe döneminin geçici devlet başkanı Anez ve iki bakan tutuklanarak cezaevine gönderildi. Darbecilere yönelik soruşturmanın genişleyip genişlemeyeceğini ise önümüzdeki günlerde göreceğiz. 

Tüm bunları Latin Amerika’nın yakın tarihine şöyle bir yakından bakalım diye anlatmadım elbette, tüm bunları anlatmamın esas nedeni kapitalizmle demokrasi arasında kurulan ve varoluşsal olduğu iddia edilen bağlantının bütünüyle bir palavradan ibaret olduğuna işaret etmek. 

Kapitalizmin demokrasi ve demokrasinin kapitalizm olmadan yaşayamayacağı yönündeki iddianın gerçeklerle uzaktan yakından alakası yoktur. Aynı şekilde sermayenin demokrasi olmayan bir ülkeye gelmeyeceği, yatırım yapmayacağı vs. yönündeki iddialar da tamamen gerçek dışıdır.

Bugünkü gelişmiş kapitalist ülkelerdeki demokratik hakların hiçbiri kapitalistler tarafından bahşedilmemiş, hepsi çalışan sınıfların, emekçilerin, halkın mücadelesi sayesinde elde edilmiştir. 8 saatlik iş günü ya da haftalık izin gibi en temel haklar için bile ölen işçi sayısı binlercedir. 

Sermayenin demokrasi olmayan ülkelere gelmeyeceğine dair iddiayı somut olarak yanlışlayan en çarpıcı örnekler ise az önce anlatmaya çalıştığım üzere Latin Amerika’dan verilebilir. Latin Amerika’daki ve elbette ki dünyanın başka yerlerindeki darbelerin hemen tamamında şirketler, tekeller, sermaye grupları aktif bir rol oynamışlardır. İstedikleri şey ise demokrasi değil öngörülebilirlik ve özel mülkiyetin dokunulmazlığıdır ve bu yüzden askeri diktatörlüklerle de petrol şeyhlikleriyle de gül gibi geçinip gitmektedirler. 

Benzer bir durum, her ne kadar liberaller aksini iddia etse de, Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’nin demokrasinin gelişmemişliği, doğrudan Türkiye’nin sermaye düzeninden ve emperyalizme bağımlığından kaynaklanmaktadır. Toplumsal uyanışın başladığı 60’larda işçilere, sendikalara, sol partilere, öğrenci hareketine verilen yanıt, Türkiye’nin “Atlantik İttifakı”nın bir parçası olmasıyla doğrudan ilgilidir. 

Başta ABD olmak üzere batı, tıpkı dünyanın başka yerlerinde olduğu üzere, Türkiye toplumunun uyanışından, bilinçlenmesinden, kaderini eline almayı istemesinden korkmuş, içerideki işbirlikçileriyle birlikte bu uyanışı ve bilinçlenmeyi zora başvurarak bastırmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. 

Türkiye’de siyasal İslam’ı iktidara taşıyan da iktidar da tutan da esas olarak ABD ve Batıdır. ABD’nin de Avrupa’nın da Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesi gibi bir derdi yoktur, bilakis böyle bir gelişmeden en çok rahatsızlık duyacak olan bizzat batının kendisidir. Dolasıyla Biden yönetiminin ya da Avrupa Birliği’nin bugünkü iktidarla esas derdinin demokratikleşme olduğunu, ilişkilerdeki sorunların iktidarın otoriterleşmesinden kaynaklandığını ve Türkiye’nin batı eliyle demokratikleştirilebileceğini düşünmek bütünüyle bir yanılgıdan ibarettir. 

Bugün sözcüğün gerçek anlamında, yani “demos” ve “kratos” sözcüklerinin hakkını verecek ve “halkın iktidarı” anlamına gelecek şekilde bir demokrasinin kapitalizmle birlikte var olabilmesi mümkün değildir. Salgının da bir kez daha gösterdiği üzere, insan hayatlarının ve insanlığın kaderinin şirketlerin ve piyasanın insafına terk edildiği, halkın karar alma mekanizmalarının dışında tutulduğu ve o en temel soruya “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusuna yanıt bulamadığı bir düzende halkın iktidarından söz etmek imkânsızdır.  

Bugün gerçek bir demokrasi ancak üretimin kolektif akılla örgütlendiği, planlandığı, piyasacılığın değil kamuculuğun belirlediği, kâr değil insan ve doğa odaklı bir anlayışın ekonomiye hâkim olduğu bir düzende söz konusu olabilir. 

Demek ki şu kesindir: Bugün gerçek anlamda bir demokrasi mücadelesi bu düzeni değiştirmeye yönelik bir mücadele içerisine yerleştirildiğinde bir anlam taşıyacaktır ve bu düzen değişmeden gerçek bir demokrasiden söz etmek hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.