Peki neden bu sefere çıkıyorlar, hem de tüm tehlikeleri göze alarak? Tehlikeli olduğu açık değil mi? Ölüyorlar yahu. Ayan beyan, apaçık bir şekilde ölüyorlar. Her yıl yüzlercesi, binlercesi ölüyor. Bu sefere çıkıyorlar çünkü yoksullar, işleri yok, güvenceleri yok ve en kötüsü umutları yok. Ülkeleri emperyalist kapitalizm tarafından yağmalanmış, nerdeyse posası çıkarılmış durumda. Geriye kalan pek bir şey vaat etmiyor, belki kalsalar da ölecekler.

Seferi yoksullar ordusu

Gece doluştular Libya açıklarındaki teknenin güvertesine, sıkış tepiş doluştular. Sayıları hala tam olarak bilinmiyor, kimisi 700 dedi, kimisi 950...Bir zamanlar Türkiye’de biri rüşvetin belgesi mi olur diye sormuştu, aynı durum burada da geçerliydi. İnsan kaçakçılığının çetelesi mi olurdu? Yola çıktılar güneş doğmadan. Tekneye binebilmek ve kendilerini cennetin yeryüzündeki yansıması olarak gördükleri Avrupa topraklarına atabilmek için tahminen neleri varsa satıp savıp son paralarını da bedenlerini taşıyanlara verdiler. Sicilya ile İtalya arasında bir yerlerde bir gemi yaklaştı onları taşıyan tekneye. Teknenin kaptanı kaçak yolcular fark edilmesin diye onlara teknenin diğer tarafına yığılmalarını emretti. Yüzlerce insan çok da sağlam ve dengeli olmayan teknenin bir tarafına yığılınca teknenin dengesi tamamen bozuldu; alabora oldu. Seferi yoksulların büyük bir bölümü yüzme dahi bilmiyorlardı; cankurtaran yelekleri ise yoktu pek tabi ki; onları ve bedenlerini taşıyanlar bu kadar masrafa değmeyeceklerini düşündüler herhâlde. Yüzlercesi insanlık tarihi boyunca pek çok tekneyi ve insanı yutan Akdeniz’in yüzeyinde turkuaz renginde olan, derinleştikçe kararan sularına gömüldüler. Boğuldular. Pek çoğu için çok çabuk bir ölüm oldu. Aralarında geride yaşanmamış koca bir hayat ve çocuksu hayaller bırakan kâfi sayıda çocuk da vardı. 30, 40 kadarı İtalyan sahil güvenliği tarafından kurtarıldı. Kurtarılanlar ise gersin geriye geldikleri yoksul ve sefil kıtaya geri gönderildiler. Dünyanın yoksullarının bir seferi daha başarısız olmuştu. Ölenlerin adı sanı, kim olduklarını, en çok hangi rengi sevdiklerini, en çok hangi yemekten hoşlandıklarını, sabahları genellikle kaçta uyandıklarını ve onlarla ilgili daha pek çok özelliği kimse bilmedi, bilmek de istemedi. İnsan yaşamına değer veren bir avuç insan dışında kimse onlara üzülmedi, onlarla ilgili haberi dinlemeden kanalı değiştiren çok sayıda insan oldu. Neden dinlesinler ki? Mutat hale gelmiş bir olguydu; her gün yüzlercesi Akdeniz’i ya da Meksika-ABD sınırını aşmak için çabalarken ölüyorlardı zaten. Onlar kaybedenlerdi, insanları kazanma hırsıyla zehirleyen bir dünyanın küme düşenleriydi onlar.

Ölüm sıradanlaştıkça ondan kaynaklanan hüsran ve çöküntü de küçülmektedir. Burjuva iktisat bilimi artık burjuvazinin akılcı olmayan bir dünyayı akılcılaştırmaya çalışırken kullandığı ve fakat öğreneni ve tedrisatından geçeni alıklaştıran bir dogmadır. İşte bu bilimi bu hale getiren burjuva iktisatçıların marjinalist devrim, bizim ise marjinalist karşı-devrim dediğimiz bir akımdır, şimdi bilim gibi görünen bu dogmanın yaratılmasındaki en baş sorumludur. Saçma sapan bir kuramdır. Tüm dünyayı peş peşe yenilen baklava dilimlerinin her birinden elde edilen hazzın azalması üzerinden kurgulayan bir zavallılıktır. Demesi odur ki elbette herkes eşit servet ve gelire sahip olmayacaktır; ama herkes kendince olabileceği kadar mutlu olacaktır. İşte böyle bir alıklıktır artık burjuva iktisadı. Sermaye birikiminin her şeyi ele geçirme arzusunu açıklamaktan uzaktır, zira bunu açıklamak da değildir derdi; derdi onu gizlemek ve bir sır perdesinin arkasına itmektir. Bu kuram belki birikimin gerçeğini anlamamızı açıklamaktan uzak ancak kapitalizmin modern insanın psikopatolojisinde yarattığı tahribatı anlamlandırmak için bir yardımda bulunabilir. Ölümün sayısı az ve ölünün kimliği kolayca akılda tutulabilecek ve kayda geçirilebilecek durumda iken ölüm süreci kapitalizmin modern insanını yüksek bir hüsran ve korkuya itmektedir. Ancak ölüm sayısı arttıkça ve ölüm sıradanlaştıkça modern insan duyarsızlaşmakta ve insanlığını sorgulatacak bir kanıksama sürecine girmektedir. Modern burjuva iktisadının sıradan alıklığıyla ölümün marjinal hüsranı ve korkusunun azalan bir seyir gösterdiğini söylemeliyiz. Öyle ya Corona’dan tüm dünyada ölenlerin sayısı son rakamlara göre 519046 kişidir. Ölen 519046. kişinin kim olduğunun artık bir önemi yoktur, hatta 519044. kişi de sadece bir sayıdır; ötesi değil. Nitekim yoksullar ordusunun “taşı toprağı altın” Avrupa topraklarına ya da Kuzey Amerika cenahlarına yaptığı tehlikelerle dolu sefer sırasında verdiği kayıplar çoktur,  artık kaybolup gidenlerin tek tek her birinin kim olduklarını veya neyi hayal ettiklerini sorgulayan düşüncenin bile içimizi cız ettirdiği eski güzel günler çok ama çok gerilerde kalmıştır.

Peki neden bu sefere çıkıyorlar, hem de tüm tehlikeleri göze alarak? Tehlikeli olduğu açık değil mi? Ölüyorlar yahu. Ayan beyan, apaçık bir şekilde ölüyorlar. Her yıl yüzlercesi, binlercesi ölüyor. Bu sefere çıkıyorlar çünkü yoksullar, işleri yok, güvenceleri yok ve en kötüsü umutları yok. Ülkeleri emperyalist kapitalizm tarafından yağmalanmış, neredeyse posası çıkarılmış durumda. Geriye kalan pek bir şey vaat etmiyor, belki kalsalar da ölecekler. Sefer sırasında da ölüyorlar. Başarabilip gizlice yeryüzü cenneti zannettikleri cehennemlere kapağı atsalar bile ölüyorlar. Bu defa da insanlıktan çıkmış bir Neo Nazi’nin kundaklamasına kurban gidiyorlar veya kayıt dışı çalıştıkları işyerinde iş kazasında ölüyorlar, ya da ırkçılığını gizleyemeyen bir zabit tarafında sırtlarından vuruluyorlar.  Kısacası kalırlarsa ölüyorlar, yolda ölüyorlar, varırlarsa da ölüyorlar.

Bu seferi onca tehlikeye rağmen göze almalarına yol açan bireysel nedenleri var elbette, ancak asıl sorun sistemiktir. Marx Kaptal’in I. Cilt’inin ünlü 23. Bölümünde onları ölüme sürükleyen sistemik gerekliliği çok açık anlatmıştır. Bu ünlü bölümün adı “Kapitalist Birikimin Genel Yasası”dır. Marx çok sarihtir; bu bir yasadır, yani her daim ve her coğrafyada işleyen bir süreçtir. Bir yanda sermaye diğer yanda işlevsiz, işsiz, umutsuz, mülkiyetsiz, gelirsiz kitleler birikir. Bu kazai bir durum değildir, geçici bir hastalık değildir. Kapitalist devletlerin politikalarıyla düzeltilebilecek devrevi bir aksaklık da değildir. Bir zorunluluktur. Sırf bu nedenle burjuvazinin zaten artık kendisinin bile inanmadığı ve telaffuz etmeyi bile bıraktığı, ancak bir zamanlar dilinden düşürmediği “herkese aş, herkes iş” sloganı külliyen yalandır.  Marx çok açık ve çok doğrudur burada, kapitalizmde rekabet üretim sürecinde emekten tasarruf eden üretim tekniklerini üretim sürecine sokmayı zorunlu hale getirir (çaycı gider, çay makinesi gelir). Kısacası sermaye biriktikçe makineleşeme artar ve göreli olarak giderek daha az sayıda emekçiye ihtiyaç duyulur üretim sürecinde. Yanlış anlaşılmasın, istihdam artmaya devam eder büyüme dönemlerinde ancak bu büyüme ileri adım atma anlamındaysa her bir adım bir öncekinden daha kısa düşer. Nüfusun artmaya devam ettiği durumlarda bu sermayenin istihdam etmeye gerek duymadığı artık insan kitlesinin büyümesi anlamına gelecektir. Bu kitleyi istihdam etmeye ihtiyaç duymaz; ancak varlığına bitkinin suya ihtiyaç duyduğu gibi ihtiyaç duyar. Bu kitlenin varlığı bilfiil çalışan işçi sınıfı üzerindeki ücret baskısını arttırmasına ve işçi sınıfının sermayenin belirlediği şartlarda çalışmaya razı olmasına yol açacaktır. Bilfiil üretim sürecinde çalışan emekçi işyerinin kapısında onun yerini almaya hazır hem de sermayenin isteklerini karşılama konusunda ondan daha istekli binlerce kişinin varlığı karşısında hem sermayeden istekleri konusunda daha mütevazi olacaktır hem de daha uyumlu olacaktır.  İşte kapıda bekleyen, arada bir işe alınan, sonra hemen kovulan kitleye Marx bir de sermaye birikiminin gelişimi ve sermayenin mantığının toplumun tüm hücrelerine egemen olmasıyla birlikte üretim araçlarından koparılacak, toprağı, dükkanı elinden alınacak küçük üretici ve köylü kitlesini de ekliyor, ve hepsine birden yedek sanayi ordusu, ya da başka bir ifadeyle yedek işgücü ordusu diyor. Bu kocaman kitle sermayenin emrine amade bekleyen bedenlerden oluşan bir tür Demokles’in Kılıcı’na dönüşüyor. Bu kitlenin sayısal olarak azalması veya yok olmaya yüz tutması sermaye için bir alacakaranlık kuşağına işaret ediyor.

Nitekim şu sıralar gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerin büyük bir bölümünün başına gelen de tam olarak budur. Bu ülkelerde resmi ağızlara göre son yıllarda sosyal güvenlik sitemiyle ilgili en temel sorun nüfusun yaşlanmasıdır. Bizim dilimize tercümesi ise şudur; nüfusun giderek daha büyük bir bölümü çalışma yetisini kaybeden yaşlılardan oluşmaktadır, bunun yanında nüfus artış hızı ise düşmektedir. Kısacası yedek işgücü ordusu bazen mutlak bazen göreli olarak azalmaktadır. Bu ise sermaye açısından kötü bir senaryonun gerçekleşmesi anlamına gelecektir; proletarya üzerinde kurduğu baskı gevşeyecektir. Çözümü ise Sicilya ile İtalya arasında bedenlerini Akdeniz’in yuttuğu seferi yoksullar ordusu sunmaktadır.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün hesaplamalarına göre 2019 yılında tüm dünyada çalışma çağı içindeki nüfus 5,7 milyardır. Burjuvazinin resmi istatistik sisteminin en fazla numara çevirdiği alan işgücü verileri ile ilgili alandır. Örneğin burjuva bakış açısına göre bir insanın işsiz kabul edilebilmesi için çalışmıyor olması yetmez, resmen iş arıyor olması da gerekir. İstihdam altındaki emekçiler ile burjuva istatistiklerinin işsiz dediği kitlenin toplamı yine burjuva istatistiklerine göre toplam işgücüdür. Bu toplam yine 2019 yılında tüm dünya için 3,5 milyardır. Bu kitlenin dışında kalan 2,2 milyar kişi işte kapitalist üretimin artık nüfusudur. İşe girmeye bile yeltenmeyen ancak çalışmasının önünde aslında fiziksel bir engel bulunmayan bu koca kitle yan gelip yatıp keyif içinde yaşayan bir kitle değildir. Tam tersine işte yoksullar ordusunun en büyük bölümü bu kitle tarafından oluşturulmaktadır. Bu kitleye resmi işsizleri ve işçileşmeye yakın küçük üretici ve köylüleri eklediğimizde tüm dünyanın yedek işgücü ordusunun, tüm dünyanın sefiller ordusunun büyüklüğüne erişmiş oluruz. 2019 yılında bu yedek işgücü ordusu, bizim deyimimizle yoksullar ordusu çalışma çağı içindeki dünya nüfusunun %70’ine denk düşmektedir. Bu yoksullar ordusunun sadece % 13’ü gelişmiş kapitalist ülkelerdedir. Çok büyük bir bölümü emperyalist ülkelerin dışındaki ülkelerdedir (hatta çok büyük bir bölümü Çin ve Hindistan’dadır). Gelişmiş kapitalizm bu anlamda yedek işgücü ordusunun kendisine sağladığı avantajı kaybetmektedir. Peki sorun ile nasıl başa çıkmaktadır? Çok açık; geri ve azgelişmiş kapitalizmlerden yoksullar ordusunun bir bölümünü kendisine çekmektedir. Dolayısıyla küresel yedek işgücü ordusu göç etmektedir. İşte bu kütlesel göçün çok büyük bir bölümü illegal yollardan gerçekleşmektedir. Seferi yoksullar ordusunun önlenemez göçü tam da bu çerçeve içinde anlamlıdır.

Kısacası seferi yoksullar ordusu rastgele ortaya çıkan bir olgu değildir. Akdeniz’in sularına karışan bedenler sermayenin düzeninin geniş kurban kitlesinin sıradan üyeleridir. Sayıları çok, seferleri sonsuz, ölümleri sıradandır.

[Düzeltme Notu: Birkaç hafta önce yazdığım yazıda Nobel Barış ödülü alan ABD Başkanlarını sayarken sadece Theodore Roosevelt ve Jimmy Carter’ı saymıştım. Ancak aynı ödülü Wodrow Wilson ve Barrack Obama da almıştır. Eksik bilgi için özür dilerim.]