Sanatın kullanım değerinin, değişim değerine dönüşmesi aşamasını burada merkez nokta olarak ele almak gerekiyor. Yani, sanatçının iş üretirken ve izleyicinin sanat yapıtını alımlarken verdiği tepkiler ve bu tepkilerin sanat yapıtı ve onun ürettiği tartışma ortamında veya yapıttan alınan hazda görülmesi olguları, yerini piyasa değerine bırakmış durumdadır – Yani etik ve estetik değerlerin yerini, piyasa değerlerinin alması.

Sanat tarihi üzerine notlar (II)

Hafta sonunda eski dostlarımı görmek ve düzenledikleri bienali izlemek için Çanakkale’deydim. 7. Uluslararası Çanakkale Bienali “Takımyıldız” başlığıyla 19 Eylül tarihinde izleyicilere sunuldu. Bienal mekanlarından birisi olan Troya Müzesi’ni gezerken orada tanıştığım bir avukat arkadaşımla sanat üzerine konuşmaktaydık ve çağdaş sanat formlarını anlamaya çalıştığını, ama bu alımlama aşamasında yaşadığı zorlukları anlattı. Aslında bu sanatın yüzyıllar içerisinde değişen biçim ve içeriğinden kaynaklanıyor ve bu form ve içerik gelişimini anlamak için ilk önce sanatın değişen değerini bilmek gerektiğini söyledim. Aslında çoğu insanın ilk başta kafasını karıştıran olgu tam da bu.

Sanatın kullanım değerinin, değişim değerine dönüşmesi aşamasını burada merkez nokta olarak ele almak gerekiyor. Yani, sanatçının iş üretirken ve izleyicinin sanat yapıtını alımlarken verdiği tepkiler ve bu tepkilerin sanat yapıtı ve onun ürettiği tartışma ortamında veya yapıttan alınan hazda görülmesi olguları, yerini piyasa değerine bırakmış durumdadır – Yani etik ve estetik değerlerin yerini, piyasa değerlerinin alması. Zaten bu piyasa değeri yüzünden belirli dönemlerde görmezden gelinen önemli isimlerin, yaşamlarının son demlerinde alelacele ön plana alındığını görmekteyiz. Yani ömrü boyunca, hayatta kalmak için çeşitli başka işlerin yanında, sanat pratiğini sürdürmeye çalışan ve yine uzunca bir süre küratörler, müze direktörleri hulasa sanat yöneticileri tarafından görmezden gelinen bir sanatçı düşünün. Ne zamanki artık yaşamı son evrelerine girmektedir, o zaman bir kurum tarafından keşfedilmekte, hemen bir ikna edici tarih oluşturulmakta ve sanat dünyası da çalışmalardan bir kazanç elde etmek için sanatçının mirasının etrafında dönmeye başlamaktadır – Günümüzde Türkiye’de ya da başka bir ülkede sanat ya da edebiyat alanından yaşının geç dönemlerindeki sanatçıların görsel çalışmalarının kamuya sunulmasının altında sadece bir iade-i itibar yattığını düşünmek, fazlasıyla safdillik olur. Bazı sanatçı tipolojileriyse modern zamanların politik ve kültürel angajmanlarına uyum sağlayamadıkları için sıkıntı çekerler. Örneğin Paul Gauguin, Vincent Van Gogh’un aksine, “kamusal” beğeninin ne olduğunu yakından takip etmekteydi.

Kapitalizm içerisinde sanatçı figürü, tüm şöhret olgusunu bir kenara bırakırsak – ki bu popüler kültüre dair bir olgudur-, toplumdan ayrı bir birey olarak tasarlanmıştır. Bir Marksist için sanat üretimi toplumsal bir pratik ve sanatçı da toplumun bir parçasıdır. Siyaset, sanat ve aralarındaki diyalektik ilişki incelikli bir olgudur ve Marksist perspektifin gösterdiği üzere, olgulara öncelikle belirli bir mesafeyle bakılmalıdır. Çünkü sanat tarihi oldukça girift bir tarihselliğe sahip. Bunun için sadece Sovyet avangardı ve Sosyalist Realizm akımlarının biçim ve içeriklerine bakmak yeterlidir. İlki, devrimin ışıltısı üzerinden yükselmişti – Bu konuda, Yazılama Yayınevi’nden çıkan ve editörlüğünü E. Zeynep Suda ve Nevzat Evrim Önal’ın yaptığı “100. Yılında Büyük Ekim Devrimi” kitabında yer alan Yiğit Günay’ın ufuk açıcı metni “Sovyet Avangard Sanatı: Eksik Kalan Arayış” metnine bakılmasını öneririm. Sosyalist Gerçekçilik ise, sanatı daha kolay ulaşılır kılma arzusuyla yola çıkmıştı – Bu konuda mesafeli ve bilimsel yaklaşabilen yayın bulmak oldukça zor. Görece iyi bir örnek için, Edwen Mellen Press’ten çıkan K. Andrea Rusnock’ın “Socialist Realist Painting during the Stalinist Era (1934-1941): The High Art of Mass Art” (Stalinist Dönemde Sosyalit Gerçekçi Resim (1934-1951): Kitlenin Yüksek Sanatı) kitabına bakılabilir.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Sanat döneminde Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve onun yarattığı ilerici kültüre karşı, modern sanatı bir silah olarak kullandığı görülecektir. 1950 ve 1960’lar sürecinde çeşitli kongre, vakıf vb. gibi örtüler altında CIA’in Soyut Dışavurumcu Akımı, Jackson Pollock, Willem de Kooning ve Mark Rothko gibi isimleri desteklediği bugün artık bir sır değil. ABD, Sovyet Sanatı’nın örgütlülüğüne karşı, “sözde” entelektüel ve kültürel yaratıcılığa yer verme ve “demokratik dünyanın sesini” destekleme retoriklerini öne sürüyordu. Bu konuda Marksist sanat tarihçisi Serge Guilbaut’nun “New York Modern Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı: Soyut Dışavurumculuk, Özgürlük ve Soğuk Savaş” başlıklı, Elif Gökteke’nin çevirmenliğini üstlendiği, Sel Yayınları’nda çıkan kitabını salık verebilirim.

Kapitalizm, muhalif sanatı dahi kendine mal etme konusunda tecrübelidir. Ama, Sovyet Sanatı’nı içerme ve sunma konusundaki yeteneksizliği 2017 yılında açılan sergilerde ortaya bir kez daha çıktı. Ekim Devrimi’nin 100. Yılına dair açılan sergilerin çoğu bir hayal kırıklığı olmuştu. Kraliyet Akademisi’nde açılan sergiden tutun da Sabancı Müzesi’nde açılan Rus Avangardı’na kadar yetersiz ve kötü küratörlüğü içeren sergilere şahit olundu. Öte yandan demin bahsettiğim üzere alternatif sanat formları dahi ustaca metalaştırılmaya devam ediyor. Banksy’nin grafitileri uzunca bir zamandır galerilerde, üzerinde fiyat etiketleriyle koleksiyonculara sunulurken, Jean-Michel Basquiat gibi isimlerin betimlemeleri müzayedelerde rekor fiyatlara ulaşıyor. Artık bazı küratörlerin, grafitileri, fanzinleri ve alternatif sanat etkinliklerini takip ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kapitalizmde, özellikle kriz dönemleri derinleştiğinde, sanat kolay taşınabilirliği, satılabilirliği ve devredilebilirliği nedeniyle arazi ve diğer mülkiyetlerin yanında en iyi yatırım araçları arasında bulunuyor.  COVID-19 pandemisi sürecinde en temel ihtiyaçları temin edememe ve bunun yanında sanat üretim pratiklerinin durma noktasına gelmesi durumunda, koleksiyoncuların sanatçılardan işlerinin rayiç fiyatlarının çok altında iş almaya çalışmaları bunun bir göstergesidir. Türkiye’de sanat piyasasının yakın vadedeki durumu hiç de iç açıcı görünmüyor. Post-popülist ve post-faşist bir çağda sanatın yapısı üzerine düşünmeye devam etmek gerekiyor.