'Filmi, çok değil, 30 yıl önce geriye sarsanız Bornova’dan Salhane’ye, Meles Deltası’na kadar kilometrelerce uzanan bomboş bir alandır Mansuroğlu.'

Sallana sallana yaşıyoruz işte!

İzmir alışkındır sallanmaya. Senede en az bir kez beş büyüklüğünde sarsıntı olur buralarda. Altı büyüklüğündekileri ise 10-15 yılda bir yaşarız mutlaka. Bir önceki altı büyüklüğündeki deprem 2005’teydi mesela ve halen hatırlarım, şöyle bir gidip geldiğimizi. Tarihi de deprem dolu bu şehrin. 1688, 1778, 1880, 1928 ve 1974 diye gidiyor liste. Cuma günkü deprem de tüm bu depremler kuşağının bir parçasıydı. Bir yanıyla… Ama bir yanıyla da değildi. Türkçe’nin ironisiyle söylersek sağlam salladı. Sallandık.

İzmir deprem bölgesinde, Türkiye deprem bölgesinde… 

Ne demişti ünlü bir düşünürümüz: Depremle yaşamaya alışacağız! Eh, biz İzmirliler az biraz alışkınız sanırım böyle yaşamaya. Alışamadığımız ise bu tür düşünürlerimizin olması. Bünye bir türlü kabul etmiyor. N’aparsınız…

Neyse…

Yıkımların olduğu Mansuroğlu Mahallesi önceden, yani AKP İzmir’de ilçe belediyesi alabilmek için 2008’de Bayraklı ve Karabağlar diye iki ilçe ortaya çıkarmadan önce, Bornova’nın bir mahallesiydi. Ama sonradan işte Bayraklı’lı oldu bu mahalle. Hani şu hard kapitalizm vardı ya, işte onunla kurulmuş bir mahalledir Mansuroğlu. Filmi, çok değil, 30 yıl geriye sarsanız Bornova merkezden Salhane’ye, Meles Deltası’na kadar kilometrelerce uzanan bomboş bir alandır Mansuroğlu. Sonra ise onar katlı binalarla doldu, taştı ve genişledi. Delta, bataklık, çamur olan yerin üstüne boy boy apartmanlar dikildi. Yetmedi yeminli gerici Burhan Özfatura döneminde çizilen plan, sosyal demokrat belediyeciliğin azmi ve kararlılığıyla hayata geçirildi. O bomboş bölgenin ucuna devasa gökdelenler dikildi. Bir değil, beş değil. Sayıları onu geçen ucubeler. Sermaye görgüsüzlüğü.

Kimse ses çıkarmıyor ama İzmir’de belediyecilik 30 yıldır sosyal demokrasidedir. Sadece 94-99 arası Özfatura parantezi olmuştur. Gerisi hep rahat bir sosyal demokratlığa emanet edilmiştir ve gerisine de çok karışılmamıştır. Biliyorsunuz işte, zamanı değil diye. Ölümü görüp sıtmaya razı olmak gibi. Türkiye’nin son 30 yılından İzmir’e sıtma düştü. Sermaye de bu sayede diğer kentlerde her ne yapıyorsa aynısını yapabildi İzmir’de. Yağmaysa yağma, alışveriş merkeziyse alışveriş merkezi, boy boy binalarsa binalar. Hiç sıkıntı çekmediler.

Mansuroğlu Mahallesi binlerce emekçinin onar katlı binalarda yaşadığı bir mahalledir işte. Son 30 yılın aynası gibidir. Süs olsun diye arada kalmış çocuk parkları, kaldırımları bile işgal eden araç otoparkları, birbirine değen balkonlar, gittikçe katlanan daire fiyatları ve geçmişin bataklığını örten bir şehircilik. Tüm şehrin, bölgenin az hasarla atlattığı ciddi bir depremde mahallenin etkilenmesini şanssızlıkta değil bu hikâyede aramak lazım. Bizim göz yumduğumuz hikâyemizde.

Alışkınız dedim ama Cuma günü öğleden sonra bayağı bir korktuk. Yani Kuşadası’ndan Aliağa’ya kadar yaklaşık 5 milyon insan “Hah, bu sefer bu iş bitti herhalde” dedik. Zaten herkes salgın, kriz derken 2020’yle birlikte “ahir zamanlarda” yaşıyor havasına girmişti ki deprem tüm bunların üstüne geldi. Korku, duvarlarda çatırtı oldu üstümüze yağdı. Gittik ve de geri geldik.

Ama sanırım bir tek İzmir’dekiler değil Türkiye’nin, dünyanın dört bir yanı benzer bir hisle, yani vahim, kötü şeylerin olacağı, tekinsiz bir dönemde olduğumuz hissiyle yaşıyor. Depremin hemen ardından ortaya çıkan hava bunu yansıtıyordu. Susmayan WhatsApp grupları, yıllardır görüşmeyen arkadaşların İzmir’deki arkadaşlarını hatırlaması, yurtdışından gelen telefonlar, yazışmalar, destek olmak için harekete geçenler, ses verenler, işini gücünü bırakıp yıkıntılara yardıma koşanlar. Korkunun yanı sıra sıradışı bir dayanışma, duygudaşlık da vardı. Çarpıcıydı.

Tabii ki klasik olarak gericilik de boş durmadı. İşte biliyorsunuz, bilindik argümanlar (laik yaşam tarzı, zina, alkol vs. vs.) ortalığa saçıldı. Ama gericilik sadece dinci gericilikten ibaret değil. Otobanları kilitleyen, yıkım bölgesine yardımın girmesini zorlaştıran bir bencillik de vardı sokaklarda. Enkazın üstünde yöneticilik lansmanı yapanlar da vardı. Yıkıntı altına telefonla bağlananlar, çorba dağıtanlar... İnsan utanır ama işte… Gericilikte utanma olmuyor.

Bir de “her şeyin başı sınıf değil” gericiliği vardı. Bilgisayar başında çıkardığı istatistiklerle yıkıntıların altında kalanları işçi sınıfından değil orta sınıf ilan eden bir akademik kasmışlık hali. İnsanın “Bir çekilin kenara!” diyesi geliyor böyle zamanlarda. Çekilin de korkumuzla, acımızla, telaşımızla yaşayalım. Sizlerle uğraşmak zorunda kalmayalım.

Japon yazar Haruki Murakami’nin bir kitabı vardır, Depremden Sonra diye. Japonya’yı vuran 1995 Kobe Depremi’ni ve insanlarını yazdığı öykülerden oluşur. Yazar uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra, tam da depremden hemen önce Japonya’ya dönmüştür ve insanların depremle değişimlerine, geçmişlerine gömdükleri meselelerin tekrar ortaya çıkışına tanık olur. Bunları da öykülerine taşır. Cuma’dan bu yana kare kare farklı insanlık hallerini görünce yeniden aklıma geldi Murakami’nin kitabı. 

Türkiye de her gün bir farklı depremle başlıyor güne. Uzun zamandır. 

Bir kesim var ki depremlerin farkında değil. Gaz, toz ve iktidarla yürüyüp gidiyor. Bir kesim de var ki her bir depremi iliklerine kadar yaşayıp sonra da sihirli bir değnek değsin istiyor. Değsin ve her şey hızlıca normale dönsün. Esas talihsizliğimiz bu kesimin dinamikliği, gürültücülüğü ve genişliği. Normali çok seviyorlar. Ne yazık ki… 

Ve her şey normale dönüyor. Bakmayın siz şimdi depremin ya da bir başka felaketin bunu unutturduğuna. Olan bitenin ortaya çıkardığı duygularla kabaran itiraz, öfke ve isyan, bir bilinç haline dönüşmüyor. İnsanların ufku normalin ötesini görmüyor. Görmemeleri için kırk takla da atılıyor. 

O nedenle her depremden sonra, her yıkımdan sonra, her sallantıdan sonra dönüyoruz dolaşıyoruz ve normal her neyse, işte ona geri dönüyoruz. Hep beraber. 

Sallana sallana yaşayıp gidiyoruz. 

Hâlbuki bize gereken normal değil. Tamam, duygular bir yere de gitmiyorlar ama sermayenin hepimize reva gördüğü şu bataklık çakması körfezde bize gereken biraz da akıl, bilinç ve kararlılık.

Sallana sallana yaşayıp gitmemek için.

Sallansak bile yıkılmamak için.

Geçmiş olsun.

Hayatını kaybedenler için ise… Üzgünüm.