İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık peşindeyiz. Zweig “Yıldızın Parladığı Anlar” demişti bu arayışın adına...

Salgın günlerinde insan arayışı

Paul Lafargue 1842’de Küba'da doğdu. Çocuk yaşında ailesiyle Fransa'ya göçtü. Tıp Akademisi'ne devam etti. Üniversitede öğrenciliğinde, gençlik hareketlerine katıldı. Proudhon'cu bir anarşist oldu sonra. Çok parlak bir gençti. 1865'te yolu Karl Marx'la kesişti. Marx, bu parlak genç adamın kızı Laura'yla evlenerek aileye katılmasına izin verdi. Fransız Sosyalist Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. Pek çok kitap yazdı, ancak solda meşhurlarımızdan değildir.

Hazin bir sonu var hikâyesinin. 1911 yılında karısıyla birlikte intihar etti. Yaşlılığın, beden ve zihin güçlerini azar azar kemirdiğini görmek istemiyordu. İntihar ederek yetmiş yaşını aşmamak üzere kendine verdiği sözü tutmuş oldu. 

Stefan Zweig, belki de Lafargue’ın bu hazin hikâyesi nedeniyle geldi aklıma. Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirmesi üzerine umutsuzluğa kapılmıştı o da. Hümanistti, halkın böyle bir çılgınlığa ortak olmasını kabul edemiyordu. O da çok parlak bir insan, çok parlak bir yazardı. Faşizm kapıyı çalınca Güney Amerika’ya kaçtı. Yazmaya devam etti, gelişmeleri izledi. Sonra “artık uğruna yaşayacak bir şey kalmadı” diyerek karısıyla birlikte intihar etti. 

Bu hikâyenin altına, “intihar, çaresiz bırakılmış insan için mümkün olan tek protesto biçimidir” diye not düşmüştüm vakti zamanında. Şimdi o kadar emin değilim bu sonuçtan. Başka bir yol bulma çabası, mücadele, daha yaygın bir insani davranış biçimi. Zweig, akla sırtını dönmüş faşist güruha hiçbir şey yapamadığı için, son bir hamleyle yaşamını suratlarına fırlatmıştı. O güruhtan utanıyordu. Nefretten daha ağır, daha öte bir durumdu bu. İnsanın insanlığından çıkması en utanç verici insanlık halidir.

Ama artık biliyoruz, çok da yaygındır. İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık peşindeyiz. Zweig “Yıldızın Parladığı Anlar” demişti bu arayışın adına. Fatih Mehmed'den Handel'e, Dostoyevski'den Lenin'e insanlık ışığının yıldızlar kadar parlak olduğu anlara dönmüştü yüzünü. Tarihi kazıyor, kaybolmuş, yitirilmiş insanı arıyordu. İnsan toplu bir intihara sürüklenirken, yeni bir insanlık arayışıdır. Biz, adına “Komünizm” diyoruz…

***

Lafargue’ın intiharından üç yıl sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Zweig intihar ettiğinde İkinci Dünya Savaşı patlak vereli iki yıl oluyordu. Birinci savaşın içinden Ekim Devrimi çıktı. İkinci savaş, sosyalizmin büyük kazanımlarıyla sonuçlandı. Gelişmeler ne Lafargue’ın, ne Zweig’ın umduğu gibi oldu. İki büyük toplu intihar girişiminden başı dik bir insanlık çıktı. Demek, umut iyidir ve kesinlikle intihardan daha insanidir. Ve illa ölecekse insan, umudunun ölmesinden önce olmalıdır bu…

***

İnsanı arıyoruz, Lafargue’a ve Zweig’a varıyoruz. İki yüksek insanlık halidir.

Pek çok kitabından öte, bir broşürü vesilesiyle tanıyoruz Lafargue’ı. Türkçesi “Tembellik Hakkı” adını taşıyor. Bu çalışmasında kutsal “çalışma hakkı”na karşı çıkıyor ve yeryüzündeki bütün değerli şeylerin üretilmesinin “tembellikle” mümkün olduğunu söylüyor. Kast etiği miskinlik değil, üretici-yaratıcı bir tembelliktir.

Bu devrimci önerisi, ressamın resim yapmasını, romancının roman yazmasını, müzisyenin sanatını icra etmesini bir iş olarak görmemesinin yanında, bütün bunları yapıp etmenin, günlük gailelerden kurtulmuş olmayı gerektirdiğini varsaymasına dayanıyor. İnsanın yıldızı doğanın ona yüklediği zorunluluklardan kurtulduğu anlarda parlayabilir ancak. Bütün bu yüksek faaliyetler, elleriyle toprak kazmak yerine, fırçasıyla resim yapacak boş vakti olanların işidir çünkü. Boş zaman olmadan ne resim ne müzik ne de edebiyat olur. 

Bütün bunlar, ne yazık, bizim piyasa toplumumuzda bambaşka süreçlerde gelişmektedir. Sanat bohem bir azınlığın uğraşı olmuştur örneğin. Sanat yaratıları piyasanın insafına veya insafsızlığına terkedilmiştir. Ama arzu edilen, toplumda herkesin aynı zamanda ressam, müzisyen, edebiyatçı olmasıdır. Marx, işte buna bir çözüm bulmak, insanın yaratıcı yeteneklerinin geliştirmesinin önündeki engelleri kaldırmak için yazmıştır onca şeyi. Ve demiştir ki, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldıralım. Makineleşmeyi “zorunlu emek” süresini kısaltmak için kullanalım. Herkese daha fazla boş zaman yaratalım. Toplumun her üyesi daha yüksek faaliyetler için fırsat bulsun; işçi üretimden arta kalan zamanda müzikle uğraşsın, resim yapsın, şiir okusun. Böylece farklı bir insana dönüşsün. Kolaylaştırıcı bir yanı da olacaktır bu gelişmenin üstelik. Edebiyat, müzik, sanat aracılığıyla herkes farklı insan haline gelince üretim de doğal olarak farklılaşacak, artacak, bu da zorunlu emek süresini daha kısaltmak için kullanılacaktır. İnsanı düştüğü yerden kaldırma, yüceltme planıdır. Kısaca Komünizm diyoruz.

***

Biz ise tembellik hakkından çok çalışma hakkını biliyoruz. İşsizlik rakamlarına aşinayız çünkü. Milyonlarca insan işsiz olduğu için çalışmak da bir hakka dönüşüyor haliyle. Çalışmayanın aç kaldığı tuhaf, insana yakışmaz bir düzen kurduk çünkü. 
Diyor ki Marx, insan haklarını istemek, kapitalist toplumun layığıyla çalışmasını istemekten başka bir şey değildir. Çünkü insan hakları insanı dinden kurtarmaz, tam tersine din özgürlüğü sağlar, onu mülkiyetten kurtarmaz mülkiyet özgürlüğü sağlar. İnsana tembellik hakkı sağlamaz, yaşamını az çok çalışarak kazanma hakkı sağlar.

Biliyoruz, ekmek herkese yeter. Herkesi doyurabiliriz ürettiklerimizle. Herkese başını sokacak bir ev verebiliriz. Her eve bir müzik aleti, bir tual, bir fırça, bir kitap koyabiliriz. Çok basit bir yolla yapabiliriz bunu; el koyacağız bütün üretim araçlarına. Fabrikaları, tarlaları, her şeyi emekçinin emrine sunacağız. Buna kısaca Komünizm diyoruz… 

Bir virüse yakalandık, evlerimize kapandık. Dağıldı kapitalist cennet büyüsü. Kıstırıldığımız yerden piyasa toplumunun bir avuç mülk sahibinin uydurduğu koca bir yalan üzerinde durduğu net olarak görünüyor haliyle. O bir avuç asalağın emrindeki devletler bizden aldıklarını bize vermekte ayak sürüyor. Biz yarattık “servet” adı verilen ne varsa. Fabrikalar bizim, tarlalar bizim, yeryüzünde ne yaratılmışsa biz yarattık.

Haliyle birkaç ay zorunlu tembelliğe de hakkımız var. Oturacağız evlerimizde, fırtınanın geçmesini bekleyeceğiz. Ve bunu bize sağlamayan düzeni, bunun için çalışmayan devleti yeniden düşüneceğiz.

***

Döndük dolaştık geldik başladığımız yere. Büyük bir yoksunluğun ortasında insanı arıyoruz yine; Lafargue’a ve Zweig’a varıyoruz. İki yüksek insanlık halidir. 

Ama onları umutsuzluğa sürükleyen iki büyük toplu intihar girişiminden başı dik çıktı insanlık. İnsan tükenmez…

Tekrar edelim öyleyse: İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık arayışındayız. Adına kısaca Komünizm diyoruz.