Şu yaşadığımız dünya, bu düzen, bir mezbaha! Işıltılı ruhların, orada ya da burada, denizin karanlığında ya da koca kentin ortasında tek tek söndürüldüğü bir mezbaha!

Ruhlar mezbahası

İnsan geçmişi kolayca idealize ediveriyor. Gelecekten umut kesilince, geçmiş kötü bugünün yanında hoş kalıyor, öyle görünüyor, öyle hatırlanıyor. 

E, zor tabii! Gelecek için çabalamak, uğraşmak, emek vermek gerekiyor. Geçmiş ise kimseden bir şey istemiyor.

Gözlerinizi kapatıyorsunuz ve bir yerlerdeki bir öğleden sonranıza, bir sese, bir renge, bir kokuya, hafif bir esintiye kapılıveriyorsunuz. Geçmişin esintisine... Zorlu bugünün yanında zorlu geçmiş bile tatlı kalıyor.

Hâlbuki o günler kim bilir, nasıldı? Kim bilir kimler, hangi felaketi yaşıyordu o hafif esintinin içinde? Kim bilir, kimler, hangi fırtınanın ortasında kayboluyordu? 

Bugün mü kötü, yoksa geçmiş mi? Hangisi daha iyi?

Geçmiş, nereden baktığınıza, geminin neresinde olduğunuza göre değişiveriyor.

İnsan, Türkiye’nin (ve belki de dünyanın) güncel halini görünce, yaşayınca “Geçmiş de böyle miydi?” diye düşünmeden edemiyor ve kendini “O günler sanki, hiç de böyle değildi” diye düşünmekten de alıkoyamıyor. 

90’lar mesela? Hani şu duvarların yıkıldığı, demir perdenin kalktığı, Madonna ve Michael Jackson günleri… Tatlı değil miydi? Tamam, beyaz Toroslar da vardı ortalıkta ama onlar da uzaktı işte! Haydi 80’ler herkes için bir parça tatsızdı ama ya 2000’ler? Umut ve açılım günleri değil miydi o günler? Ne şimdiki kısıtlamalar vardı, ne de gırla giden baskı, korku ve yıldırma!

İnsan durup soruyor kendine, “Şu günlere nereden geldik?” diye. 

Yakın dönemimizde işler ne zaman sarpa sarmaya başladı ki? 12 Eylül’le mi? O kadar geçmişe gitmeyeceksek (ki, evet, 12 Eylül de artık üstünden oldukça geçmiş bir geçmiş oldu) İkiz Kuleler mi? Bush, Irak ve Büyük Ortadoğu projesi mi? Ya da sonrası mı? Ne çok olay sığıverdi araya? Ve o kadar çok olayın, felaketin arasında hangi geçmiş güzeldi ki?

Kendi adıma zamanın bu kadar hızlı geçmesine şaşırıyorum. Sürekli değil, ara ara… Mutlaka yaşlanma ile ilgili nörobiyolojik bir yanı var bu hızlı zaman algısının ama yine de 10 yıl, 20 yıl ne zaman geçiverdi demekten de kendimi alıkoyamıyorum.

Ama nörobiyoloji bir yana, anladım ki, yaşamda zorunluluklar arttıkça, insanın kendisi olmak için kendisini kendine bırakabileceği, gönlünden geldiği gibi yaşayabileceği zaman azaldıkça zaman da hızlanıyor. Bir paradoks gibi. Zaman zorunlulukları, mecburiyetleri sevmiyor. Yetişmek, kendinizi bulmak, hissetmek için bir başka kumaş, doku gerekiyor öyle olunca.

Neyse…

Demiştim ki geçmişi yüceltmek kolay ama günümüzü de kötü hale getiren şu yakın dönemimizde işler ne zaman sarpa sarmaya başladı ki?

İllaha bir milat gerekiyorsa kendi adıma Hrant Dink’in öldürülmesi derim, tüm bu uğursuzlukların başlangıcı için. Öyle melankolik bir yas havası, yandık bittik, yapacak bir şey yok çaresizliğinin damga vurduğu bir edebiyat için değil. Tam tersine bir büyük değişimin ilk şiddetli işareti olarak anıyorum Hrant Dink’in öldürülmesini. O ilk işaretti sanki. Sanki başlangıç vuruşuydu, yeri göğü titreten devasa bir gonktu ve ardı da geliverdi. Hızlıca.

Geçen gün soL TV’de gençlerin yaptığı bir programda soL yazarı, arkadaşım, yoldaşım Ekin Şen soruyordu, “Biz o günleri pek bilmiyoruz ama bu Ergenekon sürecinde tam olarak ne oldu?” diye. Şaşırarak bir kez daha dinledim soruyu. Dinledim ve o zaman anladım, aydım: kendi içsel zamanım ile şimdi Boğaziçi önünde, Kıbrıs Şehitleri’nde, Kadıköy’de yürüyen, açıklama yapan, itiraz eden gençlerin zamanı arasında kocaman bir boşluk olduğunu.

Doğruydu, Ergenekon sürecinde tüm bu gençler çocukluğun tatlı, neşeli zamanlarındaydılar. Saatlerin sayılmadığı, etraftaki büyük olayların bir masal gibi havada öylece dolandığı, ışığın ve seslerin hakkının verildiği zamanları yaşıyorlardı. 

Evet, ama, Ekin haklıydı; o zamanlar hakikaten ne olmuştu? Şimdi, biz fark etmeden, her şeyin üstünden onca zaman geçmişken, halen tatlı tatlı hatırladığımız, nostaljisine kapıldığımız geçmişi yeni gelenlere nasıl anlatacağız ki?

İşin kötü yanı ne biliyor musunuz? İşte Hrant’ın öldürülmesini, Ergenekon’u, sansasyonel davaları, kozmik odaları, operasyonel gazeteleri, Roboski’yi, Çukurca baskınını ve hatta Gezi’yi bir sonraki kuşak (ve hatta o günleri de yaşayan bizim kuşak) demokrasi sancısı, siyasetin kiri, koltuğunu bırakmak istemeyen bir kişinin meselesi ya da karanlık ilişkilerin ortaya çıkıvermesi olarak bilecek, hatırlayacak. Bize, benim kuşağıma 12 Eylül’ün anlatılması gibi... İşte, kardeş kavgası, terör, anarşi ortamı, ülkenin 12 sente muhtaç olması gibi kelimelerle anlatılan, bu kelimelerle yazılan uzun bir roman, hikâye...

(Bu arada, bilmem söylememe gerek var mı ama iyi ki biz varız! Evet, iyi ki biz varız: Çağların ve zamanın bilinci; insanlığın yüreği ve değişimin inadı, arayışı olarak biz, iyi ki varız… Yoksa bütün geçmiş ve de gelecek bir masaldan ibaret olacak. Sadece bir masal. Avutan ve uyutan!)

Sonrası ise işte biliyorsunuz, şu yakın zamanımızdaki olayların tamamı bir öğütme makinesi gibi! İnsan öğüten bir makine!

Bir mezbaha!

Şu yaşadığımız dünya, bu düzen, bir mezbaha! 

Işıltılı ruhların, orada ya da burada, denizin karanlığında ya da bir kasabanın ortasında tek tek söndürüldüğü bir mezbaha! Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğu ve yaşlısıyla… Doğası ve canlısıyla...

Hafızamız ancak nisyan, yani unutmak ile kurulabiliyor ama mesela tüm bu 10-15 yılın içinde Alan’ı unutmak mümkün mü? Ya Eren’i? Birimiz de çıkıp iyi ki varsın demedik! Unutulur mu? Mesela Ceylan’ın gözleri hâlâ gitmiyor gözlerimin önünden. O tek vesikalık fotoğrafı dolanırken internet dünyasını ve “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye böbürlenirken siyaset, o hepimizin gözlerine bakıyordu. “Kaçırmayın bakışlarınızı!” der gibi…

Büyük depremlerin arasında kaybolup giden küçük yer sarsıntıları, yıkımlar...

İnsan tabii ki tüm bu büyük depremlerin arasında kendi küçük sarsıntılarını da yaşıyor. Ama hepsini birbirine bağlayan o ana rengi bulmak, görmek ne de zor değil mi? Dünya bir yerlerde bulur gibi olmuş o ana rengi ve sonra da hızlıca kaybetmiş. Eskide… O hızla akıp geçen zamanın da eskisinde. 

Tüm büyük keşifler ve de tüm büyük zaferler, yenilgiler bizden önce olmuş, bitmiş… Sanki! Bize kalan ise artçılar ve kendi küçük yer sarsıntılarımız işte! Sanki...

Şu ülkenin (ve belki de dünyanın) son 10-15 yılını, hani hızlıca, bir nefeste yaşadığımız zamanına bakınca insan, ister istemez “Ne çok yaşamışız!” diyor ve sonra da durup ansızın kavrıyor: “Aslında hiç de yaşamamışız!”. Dökülüveriyor bu kelimeler ağzından, zihninden. İnsan zamanın hızını böyle ansızın idrak edince şaşırıp kalıyor…

Ve umudu da yoksa, ancak sayıklıyor.

Yalanlarla dolanlar, masallarla oyalananlar arasında...

Göçler, savaşlar, değişimler, akıl almaz olaylar arasında…

Her şey bambaşka olabilecekken...

Şu son 10-15 yılımıza damga vuran her şey, tüm bunlar gözlerimizin önünde oldu. Ruhlar mezbahasında…

Ve hâlâ diyorlar ki Ruhlar Mezbahası İyi Günler Diler…

Gülen yüzleriyle, sırıtan sesleriyle, kanlı elleriyle, kopardıkları hayatlarla, soldurdukları yaşamlarla böyle diyorlar…

Peki...

Desinler bakalım…

Desinler bakalım...