Anayasanın birçok konuda olduğu gibi bilimsel özerklikte de askıya alındığı yerdeyiz. Bu yolculuk yıllardır sürüyor ve ortağı çok.

Rektör: Seçilmeden atama olmaz

Cumhurbaşkanının rektör atamasına ilişkin kararları (kararname değil) 2547 sayılı Yükseköğretim Kanuna ve (3) sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine (CBK) dayanıyor. Her iki dayanakta da atamadan söz ediliyor, seçimden söz edilmiyor.

Yükseköğretim Kanunu yetkiyi tanımlıyor ve CBK de usulü belirliyor. Kanundaki “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır” sözcükleri 2018 yılında Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılan 703 sayılı KHK ile değiştirilmiş ifade. Dolayısıyla yetkiyi veren bir OHAL KHK’si değil (zaten OHAL KHK’leri de jet hızıyla kanunlaştı), Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılan olağan KHK.

703 KHK’nin, birçok maddesi yanında rektör atamasına ilişkin (135.) maddesi için 2018 yılında Anayasa Mahkemesine iptal davası açıldı. Mahkeme önünde bekliyor.       

“Seçim” nereye gitti? 

Sorunun yanıtı Anayasa’da. Anayasa yalnızca “rektör atanır” demiyor.

Anayasanın 130. maddesinde, “kanunun belirlediği usul ve esaslara göre rektörler Cumhurbaşkanınca (…) seçilir ve atanır” yazıyor. 

İki sözcüğün arasına giren ve bu sözcükler arasında bağ kuran “ve” sözcüğü “veya” gibi birden çok seçenek getirmiyor. Seçilir ve atanır sözcükleri ikisi bir arada anlam ifade ediyor. Hem seçim hem de atama, yalnız birisi olmaz. 

Seçme seçilme işinin gereklerine göre bir seçim sürecinden geçerek seçilmeden doğrudan atanan rektörlerin atamaları Anayasaya, hukuka uygun değil. Seçimin ilkeleri, kuralları var; seçme ve seçilme hakkı olanlar var. Tek kişi seçer de atar da denilemez. Hukuk metinleri içindeki tümceler o metnin bütünlüğünden ve özünden koparılarak okunmaz. Üniversitede bu ilkelerin belirleyicisi aşağıda değineceğimiz gibi “bilimsel özerklik”.  

Atama işleminde daha ikincil kalan bir başka konu daha var. Kısaca değinerek geçelim. Anayasa rektör seçimi ve atamasının usul ve esaslarının kanunla belirlenmesi gerektiğini öngörüyor. Oysa Yükseköğretim Kanunundaki hüküm Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılan olağan bir KHK ile getirildi. Anayasa Mahkemesi geçmişte KHK yasağına girmeyen bu tür konulara evet dedi. Şimdi ne der bilemeyiz. Ama (3) sayılı CBK’deki rektör atama hükümleri daha sorunlu. Anayasa’da münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda CBK çıkarılamayacağı hükmü var. 

Ancak bunlar ikincil, teknik konular. Asıl sorun seçim yapılmadan atama yapılması…

12 Eylül darbesiyle başlayan üniversite darbesinin hukuksuzlukla, keyfilikle buluştuğu yerdeyiz. Anayasanın birçok konuda olduğu gibi bilimsel özerklikte de askıya alındığı yerdeyiz. Bu yolculuk yıllardır sürüyor ve ortağı çok. 

Boğaziçi Üniversitesi son örneklerden yalnızca biri. Cumhurbaşkanı bilmem kaçıncı üniversiteye kaçıncı kez rektör atıyor. Ses çıkarılmayan her hukuksuzluk çığ gibi büyüterek yığıyor keyfiliği. Öyle bir yere gelindi ki, düzenin kendi Anayasası dahi yok sayılıyor. 

Anayasa üniversitelerde bilimsel özerkliği esas alıyor. Bu özerkliğin gereği üniversitelerin kendi organları eliyle yönetilmesi. Yani bilimsel özerklikle yönetsel özerklik özdeş. İlgili madde gerekçesinde de belirtildiği gibi, üniversitelerde yönetim dahil her ne yapılacaksa bilimsel özerklik dikkate alınmak zorunda. 

Anayasa Mahkemesinin de çeşitli kararlarında benimsediği gibi, bilimsel özerklik kavramı, “bilimsel çalışmaların üniversite ortamında amacına uygun yürütülebilmesinin olmazsa olmaz koşulu”. Bilimsel özerklik, “üniversite mensuplarının, ekonomik ve siyasi yönden nüfuz sahibi bulunan kişi ve kurumların baskısı, yönlendirmesi olmadan ve toplumda genel olarak hakim olan düşünce ve kabuller doğrultusunda sonuçlara varmak gibi bir zorunluluk hissetmeden sadece bilimsel ölçütler ve etik kurallar çerçevesinde eğitim, öğretim, araştırma ve yayın yapabilme olanaklarına sahip” bulunmasını anlatıyor.

Üniversitelerde yürütülen “eğitim, araştırma, yayın ve benzeri etkinliklerin planlanması, düzenlenmesi ve icra edilmesi aşamalarında, yönetim yetkisinin ne oranda serbestçe kullanılabildiği ve bu konularla ilgili kararların üniversite yönetim organlarınca ne ölçüde serbestçe alınabildiği” önemli ve belirleyici. Üniversite özerkliği, “üniversitelerin yönetiminin siyasal iktidarların subjektif tercihlerinden olabildiğince etkilenmeyecek şekilde yapılandırılmasını” gerektiriyor. 

Bilimsel özerklik, “bir üniversitenin kuruluşundan işleyişe değin, bilimin gerektirdiği özgürlük ortamının tüm çalışmalarda ve yönetimde bir yaşam biçimi”. Seçme ve atama da bir arada uygulanacak, üniversitelerin bilimsel özerkliklerini zedelemeyecek biçimde yapılacak. Kaldı ki, 12 Eylül’den sonra yargı ve akademi dahil birçok alandaki atamalarda cumhurbaşkanının devrede olmasının dayandırıldığı “kamu yararı yönüyle yüksek makam” gerekçesi de yürütme yetkisini kullanan partili ve başkanlı rejime geçmekle amacından uzaklaşmış, başka amaçlara yönelmiş durumda.   

Olaylara bütünsel ve ilkesel bakma konusunda ödünler verildikçe mücadele biçim ve içerikleri de zaafa uğruyor, konu ya da kişiye göre daralıp kalıyor. Hukuksuzluk hukuk diye yazılıyor, keyfiliğin ve işgalin adı yönetim oluyor.

Hukuk tek başına bir şey yapamaz ama mücadelelerle kazanılan ilkeleri de yadsınamaz. Bu düzenin hukukuysa bukalemun gibi renkten renge giriyor.    

Eğitim ve öğretimin piyasaya, bilimin kapitalizme tesliminde göz yumulan, susulan her an teslimiyet alanını genişletirken, bir kapıdan hem de geniş bir kapıdan akademisyenler, öğrenciler ve çalışanlar, teslim olmayanlar, boyun eğmeyenler, eğitim emekçileri ezilerek, sömürülerek kapı önüne konulurken başka bir kapıdan bilimle ve bilimsel özerklikle zıt, aynı zamanda da baskıcı ve aydınlanmayı ayaklar altına alan siyaset tüm aktörleriyle içerde.

Üniversite kapısına vurulan kelepçe daha neyi anlatsın ki… Akıl ve bilim dışarı, gericilik ve sömürü içeri… 

Aklı köreltip bilimi, eğitimi ve öğretimi sermaye ve gericilik adına teslim alanlar sınıflarının gereğini yapıyor. O zaman mücadelenin adı da belli…