İstikbalini Demirtaş ile İmamoğlu arasında arayan bir sol var. Ancak bu yer giderek sol bir harekete izin vermeyecek kadar daralıyor. Eğitim-Sen’in son kongresinde yaşananlar o daralmanın işareti.

'Proleter denen unsur'un izinde

KESK’e bağlı Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası, Eğitim-Sen, 11. Olağan Genel Kurulu’nu yaptı bir hafta önce. Toplandıklarında ilk işleri “Yüksel Direnişçisi” oldukları için tutuklanan üyelerini oy çokluğuyla sendikadan uzaklaştırmak oldu. 

İhraç kararından sonra sendikanın “bileşenleri” arasında da tartışma çıktı. İki grup seçimlerden çekildi. Kalan grup yönetim kurulunu seçti ve her şey hızlıca olup bitti. 

Sendikanın Genel Kurulu’ndan geriye kalanlardan biri de “bileşenler”in en kalabalığı olan “Demokratik Emek Platformu”nun bildirgesiydi. Biraz uzun olduğunu bilerek, bir “kamu emekçileri sendikasının” geldiği yeri veya düştüğü durumu göstermek açısından açık bir belge niteliği taşıdığından, bu alıntıyı yapmak zorundayım. Şöyle başlıyor:

Ekonomik bazda kar-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. (Aslında da altı çizilmiş vaziyette- O.G.) Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. İşte bu yüzden Temel Çelişki; Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık arasındadır.”

Dili için özür dileyerek, bu girişten anladıklarımı özetleyeyim: Kâr-ücret ve burjuva-proleter kavramları kapitalizmin “pozitivist bilimselleştirilmesi”nin ilk adımıdır. Emeğin değerin tek yaratıcısı olduğunu, sermayedarın da onu sömürerek var olduğunu söylemek ekonomizmdir. Ayrıca bu kavramların tarih, toplum ve siyasal erkten kopuk olmak gibi problemleri vardır. Aslında sermayedar ve işçi tanrılaştırılmış (şişirilmiş!) bireylerdir, değer meğer yaratmazlar. Haliyle sömürmezler de. Yani temel çelişki sermaye ile emek, burjuva ile emekçi (proleter denen unsur) arasında değil “devletli uygarlıkla demokratik uygarlık arasında”dır.

Yani işçi ve burjuva yoktur, haliyle artık-değer yoktur. “Proleter denen unsurun” tek başına emeğiyle değer yaratması imkânsızdır. Marksizm’i bilimsel bir tespit yapıyormuş gibi sunamazsınız. Sunarsanız ekonomizm günahını işlemiş olursunuz. Kavga sivil toplum (demokratik uygarlık?) ile devlet (devletli uygarlık?) arasındadır... 

Adı “Demokratik Emek Platformu”dur ve platform, Eğitim-Sen Kongresi için hazırladığı bildirgesi ile daha yolun başında adındaki “emek” dahil, emekçi sınıfının varlığını ve haliyle Marksizm’i bütünüyle reddetmektedir. Kaldı ki “emek” Marksizm’de eleştirilen bir soyutlamadan ibarettir. Marksizm onun da tıpkı toprak ve sermaye gibi, toplumsal ilişkilerin bir soyutlaması olduğunu varsaymaktadır. Toprak toprak sahibinden, sermaye sermayedardan ve emek emekçiden ayrılamaz. Dediği budur. Bu durumda reddiyecilerin adı yanlıştır, doğrusu “Demokratik Emekçi Platformu” olmalıdır. Böylece “adıyla müsemma” bir yanlışlıklar manzumesi ile karşı karşıya kalıyoruz. 

***

Haklarını yemeyelim; metinden anlaşılıyor, radikal bir reddiye niyeti var. Yalnız reddiyenin dili anlaşılmayacak kadar kötü olduğundan bir “tercüme ihtiyacı” da var. Bu tuhaf dili anlamak için kaynaklarına inmelisiniz. 

Bu tür zevzeklikleri Birikim Dergisi çevresi yapardı öteden beri. Hatta derginin yazarlarından Ahmet İnsel “İktisat İdeolojisinin Eleştirisi” başlığıyla bir de kitap yapmıştı. Esası “Homo Economicus”un iktisat eleştirisidir ve iktisattan hiçbir şey anlamamaya dayanır. Hiçbir şeyden anlamadan yazarsanız her şey birbirine karışır ve yeni bir dil ortaya çıkar! 

Yazarken, derginin yazarlarından Tanıl Bora’nın yeni yazısı yetişti imdada. Şöyle diyordu: “Sinizmden sakınırım. Aktivizm mefhumunun, eylemin/eylemciliğin kriminalleştirildiği bir zamanda ‘steril’ sosyal faaliyet konformizmiyle damgalanması insafsızcadır. Tartışmaya çalıştığım ince ayrım içinde, aktivizmin ve eylemciliğin de zaafları ve ‘faydaları’ var.” 

Bu bir “yazı”dır ve belli ki yazılmasının bir amacı vardır. Ancak amacı açık etmemek bu yazı türünde esastır. Bora, “eylem yapmıyoruz diye bizi konformizmle damgalamayın, aktivistiz işte” diyor, tercümesidir. Bu dili bir de KESK’e bağlı Eğitim-Sen’e hâkim olan grupta buluyoruz. Aynı liberal zihniyetin (tahayyülün) iki ayrı mekânda ve zamanda dışavurumudur.

***

Emeği ve emekçiyi reddeden “emek platformu” olabiliyorsa, işçiyi ve bilimini reddeden “işçi partisi” de olur. “Demokratik uygarlıklarda” imkân tükenmez! 

PKK yöneticisi Murat Karayılan’ın, İsrail gazetesi Jerusalem Post'a verdiği söyleşisi reddiyeci emek platformunun bildirge şokunun üstüne geldi. "ABD dahil hiçbir tarafa düşmanlığımız yok ve ABD'yi asla hedef almadık” diye başlıyordu söyleşi. “Lozan anlaşması Kürt milleti için felaketti" diye devam ediyordu. Yukarıdaki örneklerin tersine gayet açık ve anlaşılırdır.

“Marksist-Leninist Kürdistan kurma amacı güdüyor musunuz” diye soruluyor. "[O dönem] Marksist-Leninizm bir modaydı ve biz de bu fikirlerden etkilendik." Cevabıdır. “Öcalan tutukluyken birçok fikrimizi revize etti. Demokrasiyi, çevreciliği ve kadın haklarını vurguladı…" Bunlar da Marksizm-Leninizm’den vazgeçen bir eski işçi partisinden geriye kalanların özetidir. 

Bu yeni politikanın Avrupa ayağı da boş bırakılmadı. Cemil Bayık, L'Humanité'ye bir yazı göndererek Avrupa’nın yanlarında olmalarını arzuladıklarını beyan etti. Rastlantı sayamayız.

Sınıfı reddettiniz mi geriye demokratizm, liberalizm, çevrecilik ve feminizm kalır. AB’ye ve ABD’ye dostluk esasıdır. İşçi sınıfından uzaklaşırsanız sermaye sınıfına yaklaşırsınız, doğaldır. Hepsi birlikte yeni nesil sosyal demokrasinin temel bileşenleridir. 

***

Böylece “Kürt siyasal hareketi” içinde uzun süredir hissedilen radikal bir dönüşümün açık işaretlerini not etmiş oluyoruz. Dönüşüm işçi sınıfından ve Marksizm’den uzaklaşma, Kapitalizme ve Emperyalizme yanaşma yönündedir. Nitekim, aynı tarihlerde kesinleşmiş hapis cezası nedeniyle İngiltere’de yaşayan eski Diyarbakır Belediye Başkanı ve HDP Milletvekili Osman Baydemir açıklamalarıyla tabloyu tamamladı. 

Baydemir kısmını geçen hafta Aydemir Güler yazdığı için uzatmayayım. Özeti şudur: HDP, Tayyip Erdoğan’a “seni başkan yaptırmayacağız” diye savaş açan Selahattin Demirtaş’ın sözlerinin hilafına 7 Haziran genel seçimlerinden sonra koalisyon teklifiyle Erdoğan’ın kapısını çalmıştı. Seçim sonuçlarına göre tek başına hükumet kurma şansını kaybeden Erdoğan’a çözüm sürecinin devam etmesi şartıyla destek verme teklifi götürmüşlerdi. Bakanlık pazarlığı yapmadan, yeni Anayasa ve çözüm süreci şartıyla, birlikte koalisyon bile kurabilirlerdi. Baydemir’in açıklamasına göre teklifi reddeden Erdoğan, “siz göreceksiniz” anlamına gelen bir yanıt vermişti. Bir başka deyişle 7 Haziran seçimi HDP’nin de içinde olduğu fiili bir hükumetin yıkılışına neden olmuş, yerine AKP-MHP koalisyonu kurulmuştu. 

Bu çalkantılı dönemin kahramanlarından biri olan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş uzun süredir tutuklu. 14 Şubat'taki ilk savunmasında o da “sürece” değin çok önemli açıklamalar yaptı. Şöyle dedi; “2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. Bizim üzerimizde ‘evet’ oyu verilmesi için baskı oluşturuldu. O dönemde partimin içinde olmadığı bir çözüm süreci vardı. Oslo süreci olarak bilinen, hükümet ve PKK yetkililerinin yüz yüze görüştüğü süreç. Anayasa teklifi sunuldu. Biz iki şeye itiraz ettik. Birincisi kimlikle ilgili düzenleme olmamasına, ikincisi de HSYK ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelerdeki tehlikelere dikkat çektik. Boykot kararı aldık. Ne yaptılar biliyor musunuz? Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye, referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için… Kabul etmedik, boykot tavrımızı sürdüreceğiz dedik.”

HDP 7 Haziran seçimlerinden bu yana iktidarın ağır saldırısı altında. Binlerce üyesi tutuklu, neredeyse kazandığı bütün belediyelere el konuldu. Parti yöneticileri, görevden el çektirilen belediye başkanları cezaevlerinde bir türlü başlamayan yargı sürecini bekliyor. Olayların gelişiminden ortaya çıkan sonuca göre “Dolmabahçe Mutabakatına” veya koalisyonuna taş koyma girişimlerinin bedelidir. 

***

Sadede gelelim. Doğru, istikbalini Selahattin Demirtaş ile Ekrem İmamoğlu arasında arayan bir sol var. Ancak bu yer giderek sol bir harekete izin vermeyecek kadar daralıyor. Eğitim-Sen’in son kongresinde yaşananlar o daralmanın işareti.
Şimdi bütünüyle düzenin ve aktörlerinin uzağında konumlanmış bir solun zamanı. Zor değildir. İşçi sınıfına yaklaşan, burjuvaziden, kapitalizmden, emperyalizmden uzaklaşır. Marksizm-Leninizm’de ısrar eden, AB’yi ve ABD’yi karşına alır. Bu kadar basittir!