Daha önce de bahsedildi, Cicero Roma’da gücün, servetin ve kudretin asıl sahibi olan patricilerden bir sülaleye doğmadı. Tarım ve ticaret ile yükselmekte olan yeni zengin, equesterian bir ailede doğdu. Roma’ya çok da uzak olmayan Arpinum’da M.Ö. 109’da doğdu. Ailesinin patrici kökten gelmemesi büyük filozofumuzun kendisini kanıtlaması ve göze girmesi gerektiğini gösteriyordu.

Portreler IV: Marcus Tullius Cicero – Oligarşinin Söylevi (3)

Heykel Cicero’ya aittir 

Daha önce de bahsedildi, Cicero Roma’da gücün, servetin ve kudretin asıl sahibi olan patricilerden bir sülaleye doğmadı. Tarım ve ticaret ile yükselmekte olan yeni zengin, equesterian bir ailede doğdu. Roma’ya çok da uzak olmayan Arpinum’da M.Ö. 109’da doğdu. Ailesinin patrici kökten gelmemesi büyük filozofumuzun kendisini kanıtlaması ve göze girmesi gerektiğini gösteriyordu.  Malum Roma’da sosyal hiyerarşinin parametreleri tarihi içinde kökten bir şekilde değişecekti ama bugünden yarına olacak bir şey değildi bu elbette. Cicero’nun uzun kariyerinin başlarında onun sınıfından birinin yüksek mevkilere ve ikbale (pek açık bir şekilde bu ikisi daha büyük servet ve güç anlamına geliyordu) ulaşması zor ve zahmetliydi; ama imkansız değildi. Ancak bu taşrada olacak bir şey değildi. Nitekim bizim “yeni insan” kategorisinden (“novus homo”) aziz filozofumuz Roma’ya gitti pek erken yaşlarda. Ailesinin serveti onun aylak aylak gezmesine ve felsefe ve retorik, daha da önemlisi söylev dersleri almasına yetiyordu. Zamanının çoğunu Roma’da Forum’da geçiriyordu. Burası Roma’da siyasetin kalbiydi. Konsüllük, tirbunusluk, quesatoruluk ya da praetorluk gibi kamu görevlerine aday olan hali vakti yerinde kimseler burada hem söylevle hem de para ile yandaş devşirmeye çalışırlardı. Hangisi daha etkiliydi bilinmez; söylev ve nutuklar mı, yoksa para mı? Oligarşinin cumhuriyetinde para yandaş toplamak için gerekliydi; konsüllüğe ya da başka bir göreve aday olanlar yoksul ve fakat oy hakkına sahip plebleri yandaş haline getirmek için sürekli para akıtırlardı. Her zenginin özel bir ayak takımı vardı. Ancak karşılığında aldıkları şükrandan ve içi boş ve maliyetli bir sadakatten öteydi; Roma’nın askeri fetihlerinden gelen köle, toprak ve gelir Roma’nın senatöryel patrici sınıfı ile kamu görevlileri arasında pay edilirdi. Arta kalan kırıntılar ise yoksul ama özgür pleblere giderdi. Dolayısıyla yüksek kamu görevleri şan ve şöhret için değil, ekonomik güç ve servet için istenirdi. Burjuva tarih yazıcılarının ve siyaset bilimcilerin baş tacı ettikleri cumhuriyet bu dinmeyen açlığın, arzunun ve ihtirasın üzerinde yükselmekteydi. 

Peki nutuk ve söylev çekmek neden önemliydi? Roma vurgulandığı gibi felsefenin değil retorik ve söylev sanatının gözde olduğu bir siyasi çerçeveye sahipti. Klasik veya Hellenistik dönem Yunanlılarının aksine derin, akli ve sistematik felsefe kimsenin bir işine yaramıyordu. Sorun başka bir aklı yola getirmek değildi, sorun aç ve talepkâr kitleleri yola getirmekti. Sıradan insanın aksiyomlara ve kanıtlamalara değil, vaatlere, nemalanmaya ve idari ilkelere ihtiyacı vardı. Sıradan yoksul insan aklın sesiyle değil, söylev çekenin vaatleriyle yola geliyordu. Böylece Sokrates, Platon veya Aristoteles’e artık ihtiyaç kalmamıştı; artık demagoglara ve şarlatanlara ihtiyaç vardı. Cicero hangisiydi acaba? Demagog mu? Şarlatan mı? 

Ancak hakkını yemeyelim, Cicero ikbale giden yolun gerektirdiği stratejik ve taktik adımları çabuk öğrenen zeki biriydi. Örneğin çok iyi bir söylevci, hatta onun hakkında yazanların teslim ettikleri gibi Roma tarihindeki en büyük söylevcilerden (orator) olmasına rağmen söylevin Roma gibi katı sınıfsal ayrımlar üzerinde yükselen bir toplumda amaca ulaşmak için yeterli olmayacağını da çok iyi biliyordu. Örneğin onun doğumundan 24 yıl önce en az kendisi kadar iyi bir hatip olan, hatta ona göre daha avantajlı olacak bir şekilde patrici sınıftan gelen, ancak pleblerin ve yoksul sınıfların sözcülüğünü üstlenen tribunus Tiberius Gracchus (M.Ö. 162- M.Ö. 133) zenginlerin paramiliter sokak çeteleri tarafından katledilmişti. Hem de sadece ve sadece herkese ait olan kamu arazilerinin yoksullara dağıtılmasını istediği için. Parlak ve ikna edici söylev gücü onu kurtaramamıştı. Cicero büyük bir filozof değildi belki ama çabuk kavrayan ve iyi öğrenen biriydi. Boş masallar anlatan burjuva demagogların aksine ekonomik, askeri ve siyasi zor olmadan boş vaatler ve palavralarla dolu bir söylevin yeterli olmayacağını çabuk kavramış ve iyi öğrenmişti. 

Cicero artık uzun kariyerinin ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Ancak yetmezdi. Yüksek görevler için açlık çeken her saygın Romalı gibi askeri alanda da kendisini göstermeyi becerebilmeliydi. Onun şansına o yıllarda Roma lejyonları İtalya’da Roma’dan eşit vatandaşlık isteyen diğer Latin klanların isyanı ile uğraşıyordu; durum ciddiydi. İsyancılar Roma’yı tehdit edecek kadar yakına gelmişlerdi. Cicero ileride Roma’yı bir kan gölüne çevirecek Sulla’nın adamlarından birinin komuta ettiği lejyonlardan birine katıldı. “Büyük” filozofumuz Roma’dan özgürlük isteyenlerin kitleler halinde katledildiği savaşta ne türden bir cengaverlik gösterdi bilmiyoruz (nedense hayatının bu dönemi bir tür sır perdesine sarınmış gibidir) ancak ileride burjuva vaizlerin özgürlüğün, serbest düşüncenin ve cumhuriyetçiliğin timsali olarak gösterecekleri gözü açık söylevcimizin Roma’ya isyan edenler kırılırken özgürlük söylevleri çekmediğini biliyoruz. 

Sonra askerlik bitince kariyerindeki ikinci önemli adımı attı. Ceza davalarında avukatlık yapmaya başladı.  Forum’da bir iki küçük ceza davasında savunduğu kişiler için dikkat çekici konuşmalar yapmış, ve iyi bir söylevci olduğuna dair ilk işaretleri vermişti. Derken M.Ö. 82’de Sulla’nın kanlı diktatörlük günleri başladı. Aslında Cicero Sulla’yı kurtarıcı olarak gördü, Roma’yı aşağılayıcı ve küçük düşürücü plebyen bir darbeden kurtarmıştı. Ömrünün geri kalanında plebyen siyasetçilerin Sulla yasalarını lağvetme çabalarına cesurca karşı koyacaktı; çünkü o yasalar zenginleri ve ayrıcalıklıları korumaktaydı. Cicero bu kesimleri Roma’nın varoluşunun teminatı olarak kabul ediyordu. Ancak (geçen yazıda da belirtildiği gibi) bir davada kafasını taşa vurdu; Sulla’nın maiyetinden bir senatöre karşı bir savunma yaptı. Sonra da misillemeden korktu ve Cumhuriyet’in ve özgürlüğün yılmaz savunucusu ardına bakmadan kaçtı. Sulla ölünce geri geldi. 

Sonra hızla yükseldi; ayrıcalıklı ve tutucu patriciler kendi sınıflarından olmayan bu adama sonuna kadar güvenmediler hiçbir zaman; ancak yararlıydı. Önce şimdiki jargonla mali denetçilik ve hakimlik işlevlerini birleştiren quesatorluk görevini üstlendi. Sonra kamusal binalardan ve kamusal tören ve festivallerden sorumlu bir aedile oldu. En son olarak yüksek kamu görevlerinden sonuncusu praetorluğa nail oldu. Artık hazırdı. Bu arada pek kârlı bir evlilikle servetini senatör olmak için gerekli minimum sınırın çok ötesine taşımıştı zaten. Tüm şartları yerine getirdi ve 42 yaşında senatör oldu. Ancak pek tabi olarak hikâye burada bitmedi. Son ve büyük amacına bir adım kalmıştı; konsül olmak istiyordu. 

Bu arada özellikle senatörlüğü döneminde rüştünü layıkıyla ispat etti. O senatör olduğunda Roma iç savaş için verilen bir aradan geçmekteydi; patricilerin büyük bir bölümü bile Sulla’nın diktatörlüğünden sonra bir normalizasyon istiyordu; aksi takdirde sosyal bir devrimin kapıda olduğunu hissediyorlardı. Sulla döneminde plebler ve yoksullar pek hırpalanmışlardı. Bu nedenle bir noktaya kadar ödün vermeye razılardı. Senatoda iki parti vardı; gerçi her ikisi de ağırlıklı olarak patricilerden oluşuyordu, ancak yoksul halk sınıflarına yönelik tutumda ciddi şekilde ayrılıyorlardı. Birincisi, halk yanlıları, populares, Sulla dönemi sonrasında reformu şart görüyorlardı. Sezar bu partidendi. Hatta Sulla’nın karşı-devrimine katılmış bir grup soylu da buradaydı. Örneğin Sezar ile üçlü yönetimi kuracak Crassus (Spartaküs’ün isyanını bastıran ve onu Appia yolunda çarmıha geren Roma’nın en zengin adamı) ve Büyük Pompey bunlar arasındaydı. Bu grup Sulla’nın sürgün ettiklerinin Roma’ya geri dönmesinden, pleblerin borçlarının silinmesine, toprak dağıtımına ve ucuz tahıl satımına kadar uzanan geniş bir programı savunuyordu. Diğer parti, optimates, ise tutucu ve karşı-devrimci patricilerin partisiydi. Bunlar her türden reform önerisini temelden reddediyorlardı. Bu grupta ileride Sezar’ı katledecek komplonun tüm mimarları vardı. Bizim yiğit filozofumuz işte kendini bu partinin kollarına attı. Halkçı partinin tüm reform önerilerini Roma’nın kuruluş felsefesine ve ilkelerine bir saldırı olarak kabul etti. Ancak onu zenginlerin ve mülk sahiplerinin bendesi haline getirecek olay o konsül seçildikten sonra patlak verdi.  M.Ö. 63 yılında plebyen baskıdan bunalan tutucu patriciler konsüllüğü güvenilir birine emanet etmek istediler. Bizim gözde filozofumuzdan daha iyisini mi bulacaklardı? Oligarşinin söylevinin en olgun ve en tumturaklı bölümü başlamak üzereydi. 

[Devamı haftaya….]