Roma’yı M.S. 1. Yüzyıl’da ortaya çıkacak karanlığa götüren, cumhuriyetçiler ile despotizm taraftarları arasında bir çatışma değildi; patriciler ile plebler arasında bir sınıf savaşıydı. Burjuva düşüncesi şekli mutlaklaştırıp, özü anlamayı imkansız kılmaktaydı.

Portreler IV: Marcus Tullius Cicero – Oligarşinin Söylevi (2)

Roma Tarihi neden burjuva siyaset bilimcilerini ve tarihçilerini mest eder hiç düşündünüz mü? Birkaç nedeni olabilir; hadi sayalım.

Birincisi tarihte ömrü en uzun olan siyasi yapılanmalardan biri olduğu için olabilir mi? Öyle ya M.Ö. 8. Yüzyıl’da kardeş katili Romulus ve çetesi tarafından kurulduğuna inanılmaktadır, 1453’de Konstantiniye, İstanbul düşünce sona ermiştir. Yaklaşık 2300 yıl. Ancak tek neden bu olmaz herhalde; tarihte ondan uzun süren siyasi yapılanmalar vardır. Örneğin 20 küsür sülalenin egemen olduğu köleci Mısır’ın en azından 3000 yılı vardır.

Geride muazzam bir yönetim tarzı ve barış dolu bir tarih bıraktığı için mi? Yönetim tarzının istikrarlı olduğu dönemler tüm tarihi içinde çok küçük bir bölümü kapsamaktadır. Geri kalan tarihsel zamanda insan kanı ve eti yiyen bir istikrarsızlık hakimdi. Tarihçiler Roma Tarihi süresince ne iç çatışmanın ne de dış çatışmanın olmadığı yılları saydıklarında her defasında şok olurlar, nerdeyse iki elin parmaklarından azdır. Son zamanlarda Negri ve taifesi Roma’yı barış içinde yaşayan, çoklu etnik yapıya ve çok merkezliliğe dayanan bir siyasi yapı olarak idealize etmektedirler. Zırvalamaktadırlar. Roma, tarihi boyunca insan yaşamı ve kanı içmiş, ırksal kin ve nefret tarafından yönlendirilmiş, merkezin çevreyi sürekli sömürdüğü siyasi bir yapılanmadır.

Aslında burjuva aydınlanması önce Klasik Yunan dönemini ve Helenistik dönemi keşfetti. Bu aynı zamanda felsefi aydınlanmanın da doğal bir sonucuydu. Klasik Yunan’da hem felsefi derinlik hem de demokrasi ve cumhuriyeti buldular. Köleci ve saldırgan Atina bir rol modeli olmaya başladı. Ancak yetersizdi; çünkü küçüktü. Burjuvazinin radikal devrimlerle ya da koalisyonlarla egemen olmaya başladığı bir dünyada kapitalizm hem içeriyi hem de dünyayı dönüştürmeye başlamıştı. Burada kapitalizm doğumundan itibaren emperyalist dinamiğini işletiyordu ve sömürge imparatorlukları kapitalist dünya ekonomisinin asli unsurları olarak ortaya çıkıyordu. Atina yeterli bir model olabilecek kadar büyük değildi. Böylece 18. Yüzyıl’ın son çeyreğinden itibaren burjuva ideologlar ve sosyal bilimciler Roma’yı öne çıkarmaya ve işlemeye başladılar.

Roma onların ihtiyacı olan her şeyi vaat etmekteydi. Cumhuriyet, İmparatorluk, merkezi bir bürokrasi, en azından imparatorluk döneminde profesyonel bir askeri güç, görece ekonomik olarak birbirini tamamlayan farklı coğrafi parçalardan oluşmuş bir bütünlük, ve pek tabii ki Roma Hukuku.

Marx Roma Hukuku karşısında çok şaşırmıştı; köleci bir toplumdan çıkan bu kodeks aslında burjuva mülkiyet hukukuna o kadar yakındı ki. Eşitsiz gelişmenin bir sonucu olsa gerekti. Roma Hukuku kapitalizmin mülkiyet hukukunun kaynaklarından biri olacaktı. Roma Hukuku sınıflara bölünmüş toplumda mülkiyeti garanti altına almak işlevine sahip olan ve zamanına göre oldukça gelişkin bir hukuk sistemiydi. Ancak aslında Roma’nın toplumsal tarihinin geçirdiği çalkantılar ve sarsıntılar düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı değildi. Roma’nın mülk sahipleri hem sahip olduklarını koruma hem de onu genişletme konusunda oldukça kıskanç ve ısrarcıydılar.

Roma’nın Cumhuriyet dönemi sosyoekonomik yapısının ana unsurlarından geçen yazıda bahsetmiştik. Toplumun çok küçük bir bölümünü oluşturan patriciler, ve toprak sahipliğinin yanında ticaret ve spekülasyonla zenginleşen ve doğal olarak patricilerle ittifak halinde olan yükselen equesterian sınıf (ki Cicero bu sınıftan gelmekteydi) Roma’nın siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısını kontrol etmekteydiler. Ayrıcalıkları konusunda kıskanç olan bu sınıflar hukuk sistemini ayrıcalıklarını korumak için oluşturdular, çalkantılar ve sarsıntılar karşısında sürekli yenilediler. Ancak bir kuraldır mülk ve güç sahibi sınıflar kendi koydukları yasaları ihlal etme konusunda hiç de tereddüt göstermezler. Nitekim Roma’da egemen sınıflar plebler, köleler ve Romalı olmayan diğerleri ne zaman kitlesel bir itiraza kalkışsa kendi hukuklarını ihlal etmekten çekinmediler. Örneğin olağanüstü dönem yetkilerini belki de Roma’ya borçluyuzdur, bu dönemlerde toplumsal muhalefeti silahların gücüyle bastırmak için konsülleri birer diktatör haline getiren (Roma’da Cumhuriyet ve özgürlüğü gören burjuva ideologları diktatörlüğün yasal olarak sağlanmış bir ayrıcalık olduğunu çoğunlukla görmezden geldiler) uygulamalar sıradandı. Diktatörler Roma’nın oligarşik cumhuriyetinin kurtarıcısı oluyorlardı. Lucius Cornelius Sulla bu türden eli kanlı bir diktatördü.

Gözden düşmüş patrici bir sülaleden gelen servete ve güce aç bu adam konsül olana kadar çok sayıda dolap çevirdi. Konsül olunca da geçen yazıda bahsedilen ve 150 yıl süren kanlı sınıf çatışmasının en kritik dönemecinde patrici sınıfın (ki patrici sınıfı bile ona pek ısınamamıştı) balyozu haline dönüştü. Roma’yı iki kere dışarıdan gelip işgal etmek zorunda kaldı. O parlamaya başladığında pleblerin ve yoksulların partisi iki ismin etrafında toplanmıştı; ilki Gaius Marius pleb taraftarı partinin çok da gönüllü olmayan, Roma’yı barbar istilasından kurtaran şanlı bir komutandı. Geçmişte Sulla’nın komutanlığını yapmış ancak arları hiç iyi olmamıştı. İkincisi ise çok da bilinen bir geçmişe sahip olmayan Lucius Cornelius Cinna idi.

Marius pleb kökenliydi ancak Cinna patrici bir kökenden gelmekteydi. Yoksulların borçlarının silinmesi, devlet arazilerinin yoksullara dağıtılması, tahılın pleblere daha ucuza satılması, kamu görevlerinin ve özellikle de yargı görevinin halk sınıflarına açık hale gelmesi; bu program etrafında toplanan yoksulların partisinin lideri onlardı. Aslında mücadele 50 yıldır sürmekteydi ve zenginlerin partisi her defasında plebyen partinin liderlerini katletmişti. Ancak bu defa asker Marius ve hırslı Cinna çetin ceviz çıkmışlardı. İki defa plebyen bir darbeyle Roma’yı ele geçirdiler. Her ikisinde de Sulla lejyonlarıyla Roma’yı yeniden ele geçirdi ve her ikisinde de büyük bir kıyam gerçekleştirdi. İkinci karşı-devrimde ne Marius ne de Cinna hayattaydı ancak geride kalanlar onların adına sürdürmekteydi mücadeleyi. Sulla her iki işgal sürecinde de plebyen partinin büyük bir bölümünü zenginlerin Roma’sının bekası için katletti. İkincisinde işin içinde etnik bir isyan unsuru da vardı. Uzunca bir süredir Roma egemenliğinde yaşayan ve sürekli aşağılanan, sömürülen Samnitler isyan etmişti. Sulla hem onları hem de onlarla müttefik plebyen partiyi yendi. Sonra iki yıl sürecek bir katliam ve baskı sürecini başlattı. Cicero onun cumhuriyeti kurtardığına inanırdı. Gaddar ve zalimdi; Roma’yı işgalinin hemen ardından o Senato’da taraftarı zenginlere zaferini anlatır ve hâlâ kaldıysa muhaliflerin gözünü korkuturken Senato toplantısının yapıldığı binanın hemen yanında esir Samnitler Sulla’nın lejyonları tarafından topluca katledilmekteydiler. Çığlıklar ve haykırışlardan çok rahatsız olan Sulla “söyleyin de şunların seslerini kessinler” diye emir vermekten geri kalmadı. Mülk sahibi egemen sınıfların tüm hayvani öfkesini ve kinini taşıyordu. 

Sulla Senato tarafından ömür boyu konsül ve diktatör ilan edildi. Çok ilginç; Sezar’ın plebyen diktatörlüğünden rahatsız olan patrici sınıftan tutucu Romalı tarihçiler (Tacitus, Sallust, Cassius Dio…) ve Roma‘nın burjuva tarih yazıcıları Sulla’nın diktatörlüğünü devleti kurtaran adım olarak gördüler1. Sezar aile bağlantıları dolayısıyla Mariusçu partinin bir üyesiydi;  halası Gaius Marius’un eşiydi, kendi eşi ise Cinna’nın kızı idi. Pek çok kişi kırıma kurban gitti; o ise kurtuldu. Çünkü annesi güçlü bir patrici aileden gelmekteydi ve anne tarafından pek çok Sulla taraftarı akrabaya sahipti. Deyim yerindeyse onu ölüm listesinden sildirdiler. Ancak hâlâ tehdit altındaydı, Sulla’nın gözü üstündeydi, Kaçtı. Sulla onun için “bu genç adamın içinde pek çok Marius yaşıyor” demişti. Cicero mu? O da kaçtı. Çünkü şimdiki avukatlık mesleğine yakın bir görev ifa ederken sıkı Sullacı bir aristokrat ile kafa kafaya gelmişti, intikamdan korktu. Sözde felsefe eğitimine devam etmek için Atina’ya, Platon’un kurduğu Akademi’ye kapağı attı. Orada ne öğrendi bilemiyoruz. 

Her ikisi de Sulla M.Ö. 78’de ölünce geri döndüler Roma’ya. Ancak iç savaş sürüyordu. Plebler üstesinden zor gelebilecekleri bir yenilgi almışlardı ancak Sezar türünden yeni plebyen liderler inisiyatifi ele geçirmeye hazırdılar. Cicero ise iç savaşta ait olduğu yeri doldurmaya hazırdı.

Devam etmeden önce burjuva siyaset ve tarih bilimlerinin akıl kırıcı birkaç tezine vurgu yapalım. Öncelikle burjuva sosyal düşüncesi olguları toplumsal ve ekonomik içeriklerinden ve özlerinden bağımsız bir şekilde ele alma konusunda ısrarcıdır. Bu nedenle ortaya açıklama ya da analiz diye koyulan paçavralar bütünü tarihsel olguları açıklama yetisinden uzaktır. Örneğin Roma’da cumhuriyet dönemi aslında patrici sınıfın egemenliğindeki oligarşik bir cumhuriyet idi; senatoda söz söyleme hakkı sadece belirli bir eşiğim üstünde toprağa ve mülk sahiplerine aitti. Özgürlük ve serbestlik onlara ait bir lükstü. Toplumun çok küçük bir bölümünü oluşturan bu sömürgen, parazitik ve saldırgan sınıf idari, dini ve askeri mekanizmaların üstünde mutlak egemenliğe sahipti. Burjuva sosyal bilimcilerin idealize ettikleri cumhuriyet işte bu plutokratik cumhuriyet idi. Bu sığ bakış açısı kuşkusuz ortaya çıkan ve toplumu sarsan çalkantıları anlamlandırma konusunda burjuva sosyal düşüncesini yetersiz kılmaktaydı; Roma’yı M.S. 1. Yüzyıl’da ortaya çıkacak karanlığa götüren cumhuriyetçiler ile despotizm taraftarları arasında bir çatışma değildi; patriciler ile plebler arasında bir sınıf savaşıydı. Burjuva düşüncesi şekli mutlaklaştırıp, özü anlamayı imkansız kılmaktaydı. Bu pencereden haris, kıskanç, sahibinin sesi ve saldırgan Cicero kuşkusuz özgürlüğün ve hür düşüncenin gurusu gibi görünecekti. Oysa öyle değildi.

[Devamı haftaya…] 

Not: Girişte resmi verilen büstün Sulla’ya ait olduğu düşünülse de bu konuda bir görüş birliği yoktur.

  • 1. Örneğin şu sıralar Arthur Keavaney’in Sulla: The Last Republican (Sulla: Son Cumhuriyetçi) isimli kitabını okumaktayım. Zenginlerin maşası diktatör Sulla cumhuriyetçi erdemin timsali gibi resmedilmektedir.