'Tatlılıkla konuş ama büyük bir sopa taşı' demişti bir zamanlar. Emperyalizmin iki birbirini tamamlayan aracını, havuç ve sopayı tarif etmişti. Teddy çoğunlukla sopayı kullanmayı tercih etse de ikinci seçeneği açıkça telaffuz eden ilk büyük emperyalist idi kuşkusuz.

Portreler III: Theodore 'Teddy' Roosevelt: Ayı Teddy’nin isim babası, Amerikan emperyalizminin büyük sopası (I)

Yukarıdaki karikatür Teddy Rossevelt’in ikinci Başkanlık döneminin başlarında yaygın bir şekilde kullanılmıştı. Karikatürde Teddy omzuna attığı büyük sopasıyla borcunu ödeyemeyen veya yola gelmek istemeyen küçük Karayip cumhuriyetlerini yola getirmek için Karayip denizinde, arkasında oluşumunda büyük emeğinin geçtiği büyük donanmayla birlikte devriye atmaktadır. “Tatlılıkla konuş ama büyük bir sopa taşı” demişti bir zamanlar. Emperyalizmin iki birbirini tamamlayan aracını, havuç ve sopayı tarif etmişti. Emperyalizm sürekli kaba güç kullanımı anlamına gelmez, iradeyi kırma ve biat ettirme işlevine sahiptir. Ancak yanlış anlaşılmasın, emperyalizm özünde militarizmdir, sürekli olarak etkin ve müdahaleye hazır bir askeri gücün varlığına gerek duyar, fakat her zaman sopayı kullanmak özü itibariyle kapitalist olan emperyalizmin maliyetleri düşük tutma anlayışıyla uyumlu değildir, bazen havucu kullanmak gerekir. Gerçi Teddy çoğunlukla sopayı kullanmayı tercih etse de ikinci seçeneği açıkça telaffuz eden ilk büyük emperyalist idi kuşkusuz.

Güney Dakota’da bulunan Rushmore Dağı’nın Güney Doğu yamacında granit kayalara oyulmuş dört büyük suret Kara Tepeler’e (Black Hills) doğru bakmaktadırlar. Bu dört suret dört büyük Amerikan başkanına aittir. Soldan sağa Washington, Jefferson, Theodore “Teddy” Roosevelt ve Abraham Lincoln. Anıtı yapan heykeltraşlar, baba oğul Borglumlar, bu dört suretin ABD’nin doğuşunu, büyümesini, gelişmesini ve korunmasını temsil ettiğini ilan etmişlerdi. İlk ikisi, Washington ve Jefferson, 1. ve 3. başkanlar, kurucu babalar arasındadır, Bağımsızlık Bildirgesi ve Haklar Bildirgesi’ni kaleme alan büyük kuşaktandırlar, her ikisinin de Güneyli köle ve plantasyon sahibi olmalarının konumuzla zerre kadar alakası yoktur. Abraham Lincoln ise İç Savaş’ın kahramanı ve köleliği yok eden başkandır. Teddy mi? Anıt yapılırken ve sonrasında en ulu Amerikan başkanları arasında sayılmaktadır. Dört büyük başkan gözlerini kırpmadan, gururla ve hatta biraz da tehditkârane bir şekilde Kara Tepeler’e bakmaktadırlar. Kara Tepeler ise eskiden en büyük yerli rezervasyon kamplarından birinin bulunduğu alandır. Hani topraklarını almak için tepeledikleri, yerlerinden ettikleri yerlileri güya korumak için tıktıkları kamplar var ya, işte onlardan biri Kara Tepeler’de idi. Sonra orada altın bulundu ve kamp boşaltıldı. Şimdi ABD’nin dört büyük reisi Kara Tepeler’e, yarattıkları mirasa gururla bakmaktalar.

Teddy o zaman da, şimdi de tarihi bilen Amerikalılar için en sevilen ve en takdir edilen Amerikan başkanları arasındadır. ABD tarihi ve iç politikası uzmanlarına çeşitli kriterlere göre başkanları değerlendirmelerini isteyen anketler yapılır mütemadiyen. Kriterler arasında hatiplik, dış politika, uyumlu çalışma vs. türünden başlıklar vardır. Her bir kriter için verilen puanların ortalaması genel sıralamayı oluşturur. Eksperlerin değişik yıllarda yaptıkları sıralamada ilk beş hemen hemen aynıdır. Rushmore’da yüzü kayalara oyulmuş dört başkana bir de Teddy’nin beşinci dereceden kuzeni olan diğer Roosevelt, Yeni Anlaşma’nın (New Deal) mimarı ve II. Dünya Savaşı’nın muzaffer başkanı Franklin Delano eklenir. Genellikle kuzen Roosevelt ya da Lincoln ilk sırada olur ancak Teddy her zaman ilk beştedir (Bir not olarak ekliyorum, ebleh oğul Bush ve güneşe çıplak gözlerle bakabilen Trump ekseriyetle küme düşme hattının bayağı altında yer alırlar). Peki Teddy neden bu kadar önemli? Ya da soruyu kendimize yontalım; bizim açımızdan neden önemlidir?

Engels “Tarihi büyük insanlar yapmaz; ama büyük insanları çıkarın, tarihten geriye bir şey kalmaz” demişti. Büyük insanlar aslında esiri oldukları eğilim ve dinamiklerin en temel dışavurumu olurlar tarihin sahnesinde. O eğilim ve dinamikleri tüm çelişik ve uyumlu yönleriyle yaşar ve tarihe not düşerler. Burada büyük insanın tarihsel akışın pasif bir nesnesi olduğunu ima etmiyoruz. Tam tersine belirli süreç ve eğilimlerin üstüne basarak yükselen büyük insan sonunda birikmiş eğilimler ve dinamik süreçlerin kişiselleşmiş hali olarak bir zorunluluğa dönüşür, ve kendisi bir zorunluluk olan ise artık özgürdür. Aslında Engels’in kastettiği de budur. Örneğin Lenin 1917 Nisan’ında Finlandiya Tren Garı’nda indiğinde artık kendisi tarihsel bir zorunluluk idi, bu anlamda özgürce Devrim’in fitilini ateşledi. Neyse yapı-özne-süreç tartışmasına girmekten imtina edelim ve devam edelim. Teddy Amerikan emperyalizminin dinamiklerinin olgunlaşarak gün yüzüne çıktığı dönemde, bu dinamikleri serbest bırakan ve onlarla özdeşleşen figürdür. Bu anlamda hem içeride hem de dışarıda işleyecek dinamiklerin, çelişkilerin, komedilerin ve trajedilerin kişiselleşmiş halidir. Çelişkilidir, komiktir, trajiktir.

1858’de New York’ta aristokratik bir yaşam tarzına sahip zengin ve etkili Roosevelt ailesine doğdu. Rooseveltler aristokratik bir yaşama sahip olsalar da aristokrat değillerdi kuşkusuz. Keza Amerikan kapitalizmi aristokrasiden muaf, ondan uzak bir şekilde kapitalizmin pür-i pak Shangri-La’sı olarak kurulmuştu. Zira Rooseveltlerin büyük büyük atası Hollanda’dan gelen sıradan fakat gözü açık bir köylüydü. Sonradan New York’a dönüşecek New Amsterdam civarında sulak ve verimli arazileri alıp çiftçilik yapmıştı. New York genişlerken bu araziler bir tür gayrı menkul imparatorluğunun temeli olmuştu. Teddy bu ailenin altıncı kuşağından Theodore Sr.’ın en büyük erkek çocuğu olarak doğdu. Babası resmen bir işle iştigal eder gibi görünse de mirasyedi idi. Vaktinin çoğunu hayır işlerine ayırmış iyiliksever birisiydi. Annesi ise Güneyli köle sahibi bir aileden geliyordu, dayıları iç savaşta Güney saflarında savaşmış denizcilerdi. Teddy’nin denize ve donanmaya karşı bitmeyecek ilgisi dayılarından mirastı galiba. Diğer taraftan babasından çalışanlara ve yoksullara karşı vicdanlı ve hayırsever davranış kalıplarını devraldı. Ancak kişiliğiyle ilgili her özellik gibi bunu da çelişkili bir tarzda yaşayacaktı. Bir defasında sadaka isteyen bir çocuğu feci bir şekilde dövmüştü. Bir Avrupa turunda babası ile birlikte sadaka isteyen bir grup yoksulun üzerlerine pasta ve ekmek kırıntıları atmışlardı. Bunları kendi otobiyografisinde anlatmaktadır. Sınıflı toplumlarda zenginlerin yoksullara gösterdikleri hayırseverlik aslında gizliden bir üstünlük duygusu, vicdani rahatlama hissi ve gizil bir şiddet içerir. Teddy hastalıklı bir çocuktu, astım ve bronşit ile cebelleşti durdu. Amerikan emperyalizmin koçbaşı olarak resmedilecek gürbüz, maskülin (erkeksi) ve sağlıklı Amerikalıdan henüz eser yoktu. Zamanının çoğunu odasında geçiren Teddy camdan kuşları gözlemeye başladı, onlara ilgisi giderek arttı, ve amatör bir kuş gözlemcisi oldu. Kuşlar ve doğa hakkında okumaya koyuldu. Hayatı boyunca çok okudu ve çok yazdı. Her şey hakkında yazdı; tarih, doğa, savaşlar, avcılık ve daha bir sürü şey hakkında yazdıkları ölümünden sonra 20 ciltlik bir külliyata dönüştü. Amerikan başkanları listesinde bulunan ve bırakın düşünmeyi, okuma yazmayı bilip bilmediğinden emin olamadığımız pek çok ismin yanında bir yıldız gibi parladı. Kuşlara ilgisi onda müthiş bir doğa sevgisine yol açtı. Evden çıkabilecek hale geldiğinde kuşlara daha yakından bakabilmek için onları avlamaya başladı. Kuşları bir yandan öldürüyor, diğer yandan seviyordu. Ondaki hayvan ve doğa sevgisi kuşları aşıp tüm hayvanları kapsar hale geldi. Çocukken sadece kuşları değil boyunun ve posunun yettiği diğer hayvanları da avlamaya başladı. Hem öldürüyordu hem de seviyordu. Tüm hayatı boyunca da öyle olacaktı. Öldürecek ya da dövecek ve fakat çok sevecekti. Örneğin işçi sınıfını çok sevecek, ancak haşarılık, aşırılık (örneğin sosyalistlik falan) gördüğünde dövecekti. Devam edelim, hayvanları öldürüyor, onlar üzerinde garip deneyler yapıyordu. Babası 14 yaşına geldiğinde ölü hayvanların içinin nasıl doldurulacağını öğrettiğinde geniş koleksiyona giden yolu da açmış oldu. Böylece ABD’nin ilk ve tek zoolog ve ornitolog başkanı yetişmeye başladı. Avcılık hep en büyük hobilerinden oldu, öldürerek sevme işini ömrü boyunca sürdürdü. Avcılığı sayesinde “Ayı Teddy” efsanesi doğdu. Rivayete göre ilk başkanlık döneminde arkadaşlarıyla birlikte ayı avına gittiklerinde uzunca bir süre ayı vuramadı. Arkadaşları yakaladıkları yavru bir ayıyı o kolayca vurabilsin diye bir ağaca bağlardılar. Teddy küçük ayı yavrusuna kıyamadı, onu serbest bıraktı. Avcılığın şanına sığdıramadı sanırım. Hikâye hemen duyuldu, gözü açık bir kapitalist tez elden küçük ayı oyuncaklarını sürdü piyasaya, böylece Theodore “Teddy” Roosevelt, Ayı Teddy’nin isim babası oluverdi. Büyük keyif aldığı avlarda pek çok hayvan öldürdü ve onların kafalarını doldurup Sagamore Hill’deki evinin duvarlarına astı, ama başkanlığı süresince onların yaşam alanlarını korumak için çok uğraştı. Sadece onları değil doğayı da unutmadı. Hem ormanları koruyan yasalar çıkardı hem de ormanları tarım alanlarına dönüştüren yasalar. Çelişkiliydi, komikti ve trajikti.

Teddy’nin hikayesini biraz hızlandıralım. Sınıfının diğer nezih ailelerinin çocukları gibi Harvard’a gitti. Bitirdikten sonra hukuk eğitimine başladı ancak hukuktan, yasadan ve yasallıktan pek hoşlanmadı, bıraktı. Bu başkanlığı sırasında çok başını ağrıtacaktı. Ancak emperyalizmin şanına uygun olan buydu, emperyalizm de jure (yasal olarak ortaya çıkan) olanı değil, daha çok de facto (oldubitti şeklinde ortaya çıkan) olanı severdi. Politikaya atıldı, idolü Lincoln’ün partisine yani Cumhuriyetçi Parti’ye katıldı. Zaferler ve hüsranlarla geçen bir siyasi hayatın ardından 1896’da Cumhuriyetçi McKinley başkanlığa seçildiğinde donanma bakan yardımcısı olarak atandı. Aslında McKinley onun hayata geçirdiği pek çok politikayı başlatan kişiydi. Her üçü de Cumhuriyetçi olan ardışık üç başkan McKinley, Teddy ve Taft aslında Amerikan Emperyalizmini Amerika kıtasının ötesine taşıyan ve küreselleştiren süper üçlüydüler. Savunma Bakan Yardımcısı Teddy tüm zamanını zayıf olduğunu düşündüğü Amerikan donanmasını güçlendirmeye harcarken ABD adım adım İspanya ile savaşa sürükleniyordu. Aslında İspanya çoktandır büyük güçlerin arasında bile sayılmıyordu ama hatırı sayılır sömürgesi vardı ve bunların arasında özellikle Küba ve Filipinler çeperlerini zorlayan Amerikan emperyalizminin iştahını kabartmaktaydı. Küba’da isyancılar uzunca bir süredir İspanyollarla savaşıyorlardı. Keza aynı durum Filipinler’de de vuku bulmaktaydı. Ernesto Aguinaldo liderliğindeki bağımsızlıkçılar yıllardır bir tür gerilla savaşı sürdürüyorlardı. Kübalı ve Filipinli isyancılar ABD’ye bir kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Gerilim giderek tırmanıyor ve ABD’de jingoist basın sürekli savaş davulları çalıyordu. Aslında ne McKinley ne de Savunma Bakanı ve Teddy’nin patronu olan Long savaşı istiyorlardı; ancak olaylar onların kontrolünden çıkmaya hazırdı. Teddy ise savaş partisinin en gözde temsilcisiydi, Long bundan çok rahatsızdı. Derken ABD caydırıcı güç olsun diye USS Maine zırhlısını Küba’nın o zamanki başkenti Santiago’nun açıklarına demirletti. Ne olduysa bundan sonra oldu. Zırhlı içindeki denizcilerle birlikte havaya uçuruldu. Aradan geçen 122 yıla rağmen hâlâ kimin sorumlu olduğu bulunamadı.  Ancak savaş partisi, Teddy ve jingoist basın hemen İspanyolları suçladılar. Savaş için gerekçe ortaya çıkmıştı, McKinley direnemeyecekti. Teddy ne McKinley’e ne de Long’a sormadan donanmayı Küba’ya yönlendirmişti zaten. Her zaman savaşı çok sevdi. Bir konuşma sırasında bir arkadaşına Amerikan gençliğinin içine düştüğü konformizmden yakındıktan sonra “şöyle esaslı bir savaşa ihtiyacımız var” demişti. Söyledik ya emperyalizmin kişiselleşmiş haliydi vesselam.

[Devamı gelecek yazıya]