Birçok insanın (özellikle de ülkeye dair gelecekle ilgili beklentisi her geçen gün kötürümleşen genç bir kesimin) Türkiye’ye bakınca giderek artan bir otoriterleşme gördüğünü biliyorum.

Otoriterleşme zayıflıktır!

Bilin ki…

Çok bağıran, çok güçsüzdür. Çok denetleyen, için için korkmaktadır. Çok yasaklayan, çok çaresizdir. 

Olup bitene biraz da böyle bakmak gerekiyor. 

Yetişkinleri düşünün. Bir çocuğa sürekli bağıran, her adımında dayakla tehdit eden, el kaldıran, gözleri büyüten, höt zöt eden yetişkinleri. Sokakta, otobüste, parkta görebilirsiniz onları. Bağırırken ve hatta neredeyse cinnet geçirirken. İlk düşünceniz “vay be, duruma ne kadar da hâkim!” olmaz; her şeyi nasıl da kolaylıkla kontrol edebildiğini düşünmezsiniz. Hatta “durumu her şeye rağmen idare ediyor işte” demezsiniz. Karşınızdakini durumla başa çıkamayan, eksik, yetersiz birisi olarak görürsünüz. 

Ve öfkelenirsiniz. Çocuğa değil de yetişkine öfke duyarsınız. Siz farkında olmadan öfke size bulaşır.

Ya da paranoyayı düşünün. Kuşkuları, şüpheleri, komplo düşüncelerini. Tüm bu düşüncelerin altında güçlü bir “ben” değil, “zavallı/çaresiz ben” vardır. 

Mesela eşinden, sevgilisinden, partnerinden sürekli şüphelenen birisini düşünün. O düşüncelerin, kıskanma ve şüphelenmenin alt metni “Vay bana ha!” değildir. Tam tersine, tüm o düşüncelerin alt metni “Ben sadık kalınmayacak birisiyim”dir. Paranoyada alt metin “ben o kadar çaresiz, kötü ve beğenilmeyecek birisiyim ki bana her şey yapılabilir”dir. 

Bağıran kişi, hasetten çatlayan birey hep içten içe güçsüzlükle yaşamaktadır. Ve aynısı otoriterleşme için de geçerlidir.

Bugün kapitalizm, sermaye için sürekli belirsizlik, kuşkular, şüpheler üretiyor. 

Düşünsenize yeni pazarlara gireceksiniz, kârlılığınızı sürdüreceksiniz, ortağınızdan kurtulacaksınız ya da kısa yoldan büyük paralar kazanacaksınız vs. vs. Hepsi belirsizlik, risk ve kuşku, şüphelerle dolu. Hep risk, hep güç testi! Bitip tükenmeyen bir rekabet bu ve yenilmeniz, alt edilmeniz, oyun dışı bırakılmanız an meselesi.

Siyasi ve toplumsal yaşamda bir süredir hissettiğimiz, bizzat yaşadığımız otoriterleşmenin kaynağı burasıdır.

Sermaye sınıfı, siyasetiyle, toplumsal tasarımıyla sürekli bu güçsüzlükle uğraşmaktadır.

Ama otoriterleşmeye o kadar çok vurgu yapıldı ki aksini görmek de zor oluyor. 

Birçok insanın (özellikle de ülkeye dair gelecekle ilgili beklentisi her geçen gün kötürümleşen genç bir kesimin) Türkiye’ye bakınca giderek artan bir otoriterleşme gördüğünü biliyorum. Bu tablonun öfke, azim ve ısrardan daha çok umutsuzluk ve çaresizlik yarattığını da. Ve Türkiye’nin güncel haliyle, onca gelgitlere rağmen, çok da parlak bir gelecek vadetmediğini de. Daha dün gece bunun son işaretini yaşamadık mı?

Şimdi “İstanbul Sözleşmesi” iptal edildi. Otoriterleşmenin bir başka göstergesi olarak görülebilir ki öyle de görülecek, moraller bozulacak, çekip gitme hayalleri artacak. Belli!

Ama bu hâl, yani otoriterleşme sadece bizde yaşanmıyor! 

Hepimiz, dünyanın dört bir yanında otoriterleşmeyi ya da bunun sinyallerini görüyoruz. Siyasette, gündelik hayatta ve toplumsal ilişkilerde. Bir şeylerin geçmişe göre daha fazla baskı altına alındığını, susturulduğunu, zor kullanıldığını ve hatta doğrudan şiddet uygulandığını, tehdit edildiğini görüyoruz, yaşıyoruz. Polonya’da, Yunanistan’da, Fransa’da, Brezilya’da, Şili’de. Otoriterlik ve otoriterleşme her yerde. 

Hatta salgının bizzat kendisi bunu kolaylaştırmadı mı? Kısıtlamalar, önlemeler, yükselmesi öylece seyredilen kaygı ve endişe otoriter, baskıcı uygulamaları kolaylaştırmadı mı? Karşımızda “istediğimi yaparım, asarım, keserim” diyen bir iktidar yok mu?

Eh, bir yanıyla öyle. Ama güçsüzlüğü, belirsizliği, kaçınılmaz olanı örtmeye yarayan bir güç gösterisi bu!

Ve otoriterleşme meselesinin genellikle atlanan en önemli yanı da burasıyla ilgili. Otoriterleşmenin öznesi kişiler, hatta kişilikler olarak görülüyor. “Otoriter kişi/kişilik=baskı ve zorbalık” denklemi kolayca kabul görüyor. Sınıf yok, dünyanın düzeni yok! Kişilikler var!

Bunu destekleyecek görüntüler de bol ama bu kolay denklemin bir tür “muhalefet zafiyeti” yarattığını ve otoriteyi tersinden yücelttiğini de görmeliyiz artık. 

Otoriterliği ortaya çıkaran süreç, buna olanak sağlayan doku/ortam, önkabuller (örn. güç atfı, çaresizlik hissi, çıkışsızlık) meselenin öznesi belirsiz kalınca ya da bu özne kişilikler olunca hemen yanı başında kolaycı, pragmatist bir muhalefet yükseltiyor. “Ah, o kişilik olmasa, ikna edilse, gönlü yapılsa neler olur, neler!” Muhalefetin önemli bir kısmı bunu anlatıyor.

Öte yandan (tam olarak böyle olmadığını da biliyorum ama) mesela “İstanbul Sözleşmesi”nin her derde deva gösterilmesi, hukuki düzenlemenin yaşamsal olduğunun ima edilmesi de bu tür bir muhalefet değil mi? Ve tartışmanın belki zamanı değil ama iktidar da bu tür bir yasaya dört elle sarılmış, bu yasada direnen bir muhalefeti tercih etmiyor mu?

Peki, ne olacak?

Rafa kaldırılan yasal çerçevenin yerine muhtemelen bir başka yasal çerçeve çizilecek: “aileyi koruma” odaklı, muhafazakâr ama liberal yanları da olan. “Yasaysa, işte yasa!” denilecek. Yeni yasal çerçeve muhtemelen birkaç “zararsız” başlıkta daha fazla hak tanıyacak ve bu başlıklar ön plana çıkarılacak. Gerisi ise “muhafazakâr” bir “aile, kadın, yaşam” tasavvuruna uygun olacak.

Her şey muhalefeti iktidarsız kılmak için değil mi? Yanlış oldu, düzeltmeliyim: her şey sermaye sınıfının belirsizlik karşısında yaşadığı güçsüzlüğü aşmak için değil mi? Öyle…

Ve böylece bir deney ortamına da girmiş/sokulmuş olacağız. Hangi yasa, kimi, neyi, ne kadar koruyor, bunları göreceğimiz bir “deney” olacak bu. 

Ama biliyoruz ki yasalardan önce dayanışma, bir aradalık, bilinç ve mücadele azmi korur: kadınları, çocukları, hayvanları, doğayı, hayatı, bizleri. Sanırım sözleşmenin geri getirilmesinden önce ve hatta ondan daha da önemli olarak “toplumsal bir sözleşme” gerekiyor bize. 

Ve bu sözleşme, isterse hukuku da yasaları da geri getirir, isterse de yenisini yapar. 

Başa dönersek…

Bağıran yetişkinin alternatifi her şeye hoşgörü ve anlayış ile yaklaşan ebeveyn değildir. Kıskanan eşin karşılığı gözlerini her şeye tamamen kapatan bir ilişki değildir. Siyasette de benzeri geçerli. 

“Ne olursan ol gel!” ya da “şu hendeği bir atlayalım” pragmatizmi değil açık ve net bir konumlanma gerekiyor. İktidar, karşısındaki bloğu çözmek için taraflaşmayı dayatıyor olabilir. Ama taraflaşmaya muhalefet etmek, taraflaşmamak değildir! Tam tersine, kiminle, ne zaman ve nasıl bir taraf oluşturacağını iyi bilmektir. 

Hazır, bu kadar “zayıflık” emaresi belirmişken Türkiye’nin umutsuzluğa, çaresizliğe ve basıp gitmeye değil, cesarete ihtiyacı var. Ve ihtiyaç duyduğumuz cüret için yeterince bekledik. 

Bugün yaşadığımız, her adımda boşa düşen, yetmeyen bir otoriterleşme arayışıdır, onun sıkıntısıdır. Ve sermaye sınıfına aittir.