Dün terör gerekçe gösterilerek önlem adı altında yasalaştırılanlar ve uygulananlar, bugün salgın gerekçe gösterilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Dinsellikten alınan destek de şükür cephesi olarak aynı meşrulaştırma için kullanılıyor.

Otoriter yönetim emareleri çoğalarak devam ediyor

Pazar günkü soL Gündem’de “ne adalet kaldı ne de kalkınma” dosyası içinde yer alan haber/yorum üzerine dostlarımızdan epeyce dönüş oldu. İletilenler arasında fıkralı yorumlar da var. “Türk şakası” başlıklı kısa ama öz fıkralardan biri şöyle:

“Bir mahkum hapishane kütüphanesine ödünç kitap almaya gider. Kütüphaneci şöyle der: Sorduğunuz kitap elimizde yok ama yazarı var.”

RTÜK’ün kuruluş yıldönümü haberlerinde sansürlerle dolu tarihini okurken, toplumu virüs gibi korkuya bulayan kimi suçluların halkın arasına karışmasını izlerken, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile siyasi faaliyette bulunma hakkı iktidar ittifakı ile çerçevelenirken içerdeki gazeteci ve yazarların halini anlatan yerinde bir fıkra. 

Hafta içindeki haberler tarandığında da epey fıkra üretileceğe benzer. Şu iki haber bile yetiyor: “Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Kanal İstanbul güzergâhında arazi aldığını ortaya çıkaran Cumhuriyet muhabiri Hazal Ocak hakkında 1 yıldan 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Fahrettin Altun'un Kuzguncuk’ta kiraladığı araziye yaptırdığı yapının haberine de erişim engeli getirildi.”

Daha çok örnek var.  Daha genel olan birkaçını açalım.

Devletin “İdare”si içinde, anayasal ve yasal güvenceye sahip kamu kuruşları olan belediyelerin hali… İttifak belediyelerine dokunulmuyor ama merkezi yönetim birçok belediyenin yerine geçip onların Anayasadan ve yasalardan kaynaklanan “mahalli müşterek ihtiyaçlarını” yapmalarını engelliyor. Yani Anayasanın “hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” buyruğunu tanımayarak, kaynağını Anayasadan almayan yetki kullanarak, Anayasayı, demokratik toplum düzeni gereklerini ve yasaları ihlal ederek belediyelerin yerine geçiyor. Üstüne görevini yapan, yapmazsa suçlu sayılacak belediyelere soruşturma açıyor. Olmadı kayyum baskısını anımsatıyor.

Cumhurbaşkanına hakaret soruşturmaları ve cezaları da baskı olarak devam ediyor. Yeni yönetim modelinde cumhurbaşkanının devletin başı, yürütme görev ve yetkisini kullanan başkan, parti üyesi ve mevcut örnekte başkanı olmak üzere üç şapkası gözüküyor ama CB karar, konuşma ve uygulamalarında, forsu ve sıfatıyla üç şapkayı tekleştiriyor. Siyasetin dışında olmayan CB’ye yöneltilen eleştiriler de siyasi faaliyet hakkı kapsamında Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altında olduğundan Türk Ceza Kanununda özel olarak düzenlenen cumhurbaşkanına hakaret suçu ve cezası artık hükümsüz, uygulanma olanağı kalmadı. Eğer hukuk devleti varsa, bu maddeyi yürürlükten kaldırmak yasamanın, hakaret davalarını suç ve ceza yüklemeden kapatmak da yargının sorumluluğunda. Ara istasyon olarak, hem bireysel başvurularda hem de iptal davalarında Anayasa Mahkemesini de ekleyelim.

Öte yandan OHAL kaldırıldığı halde OHAL’li koşullarda yaşamaya devam ettiren yasaları, adaletsiz ve eşitsiz infaz yasasını, olağandışı sağlık koşullarında patronlara verilen teşvikleri, emekçilerin sağlıksız koşullarda çalıştırılmasını ve hak gasplarıyla işsiz bırakılmasını engelleyemeyen bir yasama organıyla yaşadığımızı unutamayız tabii.

Genelde kendilerini devletin sahibi gören, emekçi halkı ve muhalif siyaseti devlet karşıtıymış gibi gösteren, siyasi iktidar politika ve uygulamalarını devletle bütünleştiren, karşı siyaseti devlete karşı suç havuzuna atma düşüncesi ağır basan, yaptıklarını sınıfsallığı perdeleyerek meşrulaştırma çabasına giren bir yönetme anlayışıyla karşı karşıyayız. Bu anlayış otoriterliği istiyor.   

100 yıl önceki 23 Nisan kurtuluşun, aydınlanmacı cumhuriyetin kuruluşunun, ilerici adımların örgütlenmesiydi, çocukların ve toplumun geleceğiydi. 

Bugün sermayenin sınırsız tahakkümüne destek veren, yasama faaliyetinde AKP tekliflerine hapsolan, cumhurbaşkanlığı kararnamelerine geniş bir alan açan, Anayasa ihlal ve ihmallerine ortak olan, siyasi İslamın sözde laiklik tanımına kanıp laikliğin ayaklar altına alınmasına payanda olan düzenin 23 Nisanındayız.  

Bugün çocukların işçi olarak sömürülmesine, tecavüzcüleriyle evlendirilmesine, katillerinin sokağa çıkarılmasına, tarikat ve cemaatlerin ellerinde eğitilmesine ve geleceklerinin ipotek altına alınmasına göz yumulan düzenin karşısında duramayan, o düzenin yasalarını engelleyemeyen, karanlık ve sömürücü düzen içinde sıkışıp kalmış bir örgütlenmeden söz edebiliyoruz.

Dün terör gerekçe gösterilerek önlem adı altında yasalaştırılanlar ve uygulananlar, bugün salgın gerekçe gösterilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Dinsellikten alınan destek de şükür cephesi olarak aynı meşrulaştırma için kullanılıyor.

Sosyal devlet tartışmaları süredursun, piyasacı ve gerici siyasetin otoriter yönetimini keskinleştirerek sürdürme emareleri çoğalıyor. 

Teröre bir süreliğine virüs eşlik veya vekalet edecek; siyasi iktidar da sermayeyi ayakta tutacak politikalarla emekçi halk üzerindeki baskısını, hak ihlallerini sürdürecek. Önümüzde duran tablo bu…

Salgının altında kalan yalnızca siyasi iktidarlar ve burjuva devletler değil, kapitalist dünya ve onun piyasacı sağlık sistemi. 

Bu çürümeden ve karanlıktan emekçilerin iktidarıyla kurtulup sömürüsüz düzene ve aydınlığa çıkacağız ancak…