Deprem öldürmüyor, deprem yaralamıyor. Depreme dayanıklı olmayan binalar öldürüyor, yaralıyor. İşte yaşam üçgeni bu çürük, hatalı, kurallara uygun yapılmayan rant binalarının, çürümüş düzenin parçası.

Ölüm üçgenlerinin saldırısı altında yaşam üçgeni

Yaşam üçgeni bir eşya ya da yıkılmayan yapı parçası ile yıkılan kolon, kiriş, kalıp, duvar, eşya arasında kalan boşluğu, o boşlukta kalan canlıların nefes alabildiği küçük alanı tanımlıyor. 

Bilimsel bir dayanağı ve anlamı var. Deprem anında alınması gereken pozisyonları uyarıcı, gerçekçi etkisi var. Yaşam üçgeninde kalabilmek önemli ama o da depremde yıkılan binanın bir parçası. 

Deprem öldürmüyor, deprem yaralamıyor. Depreme dayanıklı olmayan binalar öldürüyor, yaralıyor. İşte yaşam üçgeni bu çürük, hatalı, kurallara uygun yapılmayan rant binalarının, çürümüş düzenin parçası. 

Asıl olan yaşam üçgenine umut bağlanmayacak binalar yapılması. Asıl olan bilimselliğin deprem bölgelerine, fay hatlarına, jeolojik etütlere, altyapıya, binalara, bütünüyle doğal afete dayanıklı planlamaya, mimarlığa, mühendisliğe, inşaat yapımına ve denetimine uygulanması; yaşam üçgenine gerek duyulmayacak insan ve mekan buluşmalarına dayanak olması.

Yaşam üçgeni önemli de, o küçücük yaşam üçgeninin etrafı yer altından yer üstüne o kadar çok ölüm üçgeniyle çevrili ki bu öldüren, nefes aldırmayan düzenden yaşam üçgenine sığınarak kurtulmak ölüm üçgenlerini ortadan kaldırmadıkça bireysel “mucize” hikayelerinden öteye geçmiyor.

Depremi arama kurtarmaya indirgeyen, öncesinde ve sırasında yapılması gerekenlerin eğitimini veremeyen bir devletçe yönetilirken kentleşmede, yer seçiminde, yapılaşmada planlamanın, mimarinin, mühendisliğin, malzemenin, inşaatın ve denetimin mücadelesinin verilmesini nasıl bekleyelim?

İnşaat işçilerinin güvenliğini sağlayamayan bir devletçe yönetilirken emekçi halka kulak verilip gereğinin yapılmasını nasıl bekleyelim?

Bilimi yalnızca sermayenin çıkarı için gören; rantı, kârı, faizi, talanı, sömürüyü tanıyan ama katledilen doğaya, sömürülen, cinayetlere ve katliamlara kurban edilen insana gözlerini yuman bir devletçe yönetilirken depremden depreme televizyonlarda konuşan, hatta bu konuşmalarından bıkıldığı bile söylenebilen bilim insanlarının uyarılarının dikkate alınmasını nasıl bekleyelim?

Zorunlu din derslerine ve imam hatip eğitimine sahip çıkan, dini devletin ve hukukun içine sokan, tarikat ve cemaatlerle kadroları paylaşan bir devletçe yönetilirken bilimden, aydınlanmadan, somut durumun somut analizinden etkilenecek bir devleti nasıl bekleyelim?

Daha yeni yaşandı. Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açılışına video mesaj gönderdiği 4. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresinde bilim hedef alındı. Açılışta konuşan rektör Kazım Uysal’a göre, "bilim, ateizme alet edilmiş”, “İslami olan değerlerden büyük oranda uzaklaş”ılmış. 

Ne diyor Prof. Dr. Rektör: “Son iki yüz yıldır tüm eğitim sistemleri iman esaslarını yıkmayı esas alan pozitivizm, materyalizm ve komünizm gibi cereyanların tesiri altında kalmıştır. İşin en garip tarafı ise ateizmi esas alan bu felsefî ekoller ve düşünceler ilmi bir bilgi gibi takdim edilmiştir”. 

Ne diyor Diyanet İşleri Başkanı: İslam’ın ‘yaratılış’ fikrine karşı alternatif bir varoluş modeli iddiasıyla ortaya çıkan, bilimsel bir realite gibi kabul edilip sıkça gündeme getirilen her türlü düşünce ve ideoloji tepkiseldir, rasyonel açıdan da problemlidir”. 

Her depremde dinsele dayalı, ahlaksızca, insanlık dışı yorumlara ne diyeceğiz? Birkaç kişiyi hukuk adına sorgularken insanlığı, bilimi, aydınlanmayı ayaklar altına alanlara, dinsel gericilere, gericilikten beslenen piyasacılara ne diyeceğiz?

Ayda bebeği kurtarırken “Allahu Ekber” diye bağıranların bilime inanmasını beklemek zor. Ama onlar yaşam üçgeninin etrafını örümcek ağı gibi sarıp nefes aldırmayan ölüm üçgenlerinde yaşarken, siyasal iktidarı eleştirenlere tepki gösterirken, komünizm karşıtlığı yaparken de tekbir getirmiyorlar mı? Arama-kurtarma ekipleri arasındaki kimi görevlileri dışlamaya kalkışan yandaşlığa ne diyeceğiz? 

İşçi cinayetlerini, kadın ve çocuk cinayetlerini, piyasa uğruna yanlış ve çarpık yapılaşmaya ve şehirleşmeye izin verenlerin ürünü olan afet cinayetlerini, siyasi katliamları, salgın döneminde bile emekçilerin piyasa için canlarını feda ettiği güvencesiz ve düşük ücretli çalışma ve yaşama ortamını, herkesin gözü önünde her gün yaşanan sömürüyü inançsızlık mı yaratıyor, yoksa sermayenin sınırsız, ahlaksız tahakkümü mü?

Öncesiyle, deprem çantasıyla, deprem anında yapılacaklarla, yaşam üçgeniyle deprem eğitimine tabii ki hayır diyemeyiz. Tabii ki dayanışmaya hayır diyemeyiz.

Ancak mevcut bina stoku imarına el atamayan, kentsel dönüşümü zenginleşme için mülkiyet devrine dönüştüren, yeni binaları depreme uygun fırsatçılığıyla yüksek rant aracı yapan, depremden sonra afeti unutan kapitalist düzen sorgulanmalı. Yer seçiminden plan ve projesine, malzemesinden yapısına, yüklenicisinden kontrolüne kadar çalanlar, talan ve yağmacılar o düzenin piyasacıları, çıkarcıları. İhmal dedikleri ihlalleri, sigorta dedikleri de finans kapitali besliyor.

Gerçekten hayır denilecek olan doğaya, insana ve toplu yaşamaya (kente) karşı sürekli suç işleyen, sömüren ve öldüren kapitalizm. Felaketi çaresiz olan kapitalizm içinde sınıfsal mücadeleden uzaklaşarak güç dengesi mücadelesi vermek bu düzeni yıkmıyor. Depremi, krizi, salgını işçi sınıfına saldırıya dönüştüren felaketin düzeni yıkılmadan doğa ve insan kıyımı bitmiyor. 

Yaşam üçgeni birkaç canı kurtarıyor, depreme dayanamayan düzense birçok canı alıyor. Kapitalizmde çalışanıyla ve işsiziyle emekçi halk ve çocuklar ölüm üçgenlerinde yaşamaya mahkum. Ölüm üçgenlerini kuran kapitalizm, yaşam üçgenine sığınıyor. Ölüm üçgenlerinin yok edildiği Emekçilerin Cumhuriyetinde yaşam üçgenine ihtiyaç kalmayacak.