Bambaşka bir hayatımız olabilirdi. Daha yavaş, daha sakin, daha doyumlu, şenlikli, kolektif, daha az rekabetçi, belirsizliğin daha az olduğu. Belki daha az malımız, mülkümüz ve hayatımızı esir alan daha az eşyalarımız olurdu ama bir yere yetişmek zorunda olmadığımız, yoksulluğa ve çeşitli buhranların içine itilmediğimiz, birbirimizi yiyip bitiremediğimiz bir hayatımız olurdu. Ve kesinlikle masum olurdu.

Odalarda, apartmanlarda ve ekranda kendine ne olduğunu arayan bir toplum!

Bana soracak olursanız olanlar 12 Eylül’le birlikte oldu. Yani tabii ki her şey bir günde olup bitmedi ama o süreç, bu ülkede eğer masumiyet, kendiyle barışık olma, onuruyla hasbelkader yaşayıp gitme adına bir şeyler vardıysa hepsini alıp götürdü. Sonrası ise malum. Süreç bugünlere kadar uzandı: buhranlar, toplumsal tutulmalar, çeşitli delilikler ve de savrulmalar. Öncesini idealize etmeyelim ama açıkcası arada geçen yıllar hep tatsız ve de sevimsiz oldu. 

Öznesi...

Kestirme olacak ama yine de söyleyeyim: Öznesi sermaye sınıfıdır bu sürecin. Beğenseniz de beğenmeseniz de! Kabul etseniz de etmeseniz de! Aklınıza yatsa da yatmasa da!

Neyse. Esas söyleyeceğim bu değil ama her şey işte belli bir yerde başladı ve bu günlere geldik. 

Dizileri abartmayanlardanım. Biliyorsunuz, abartanı çok. Ama işte çok dizi geldi geçti şu hayattan ve ben bir yerlerde kaldıysam eğer sanırım “Bana Bir Masal Anlat Baba” ile “İkinci Baharda” kaldım. Gerisi tekrardır. Başka bir şey değil. Bu nedenle öyle her dizide ağzı köpürerek, heyecanla yorum yapanlardan değilim. 

Yine de bana soracak olursanız diziler bir dönemin içindeki toplumsal zihnimizin izdüşümüdür diyebilirim. Dönemsel dertlerimizin, eğilimlerimizin, isteklerimizin, arayışlarımızın ve nerelerden gelip nerelere gittiğimizin aynası gibidir diziler. Toplumsal zihnimizi birçok yönüyle (ve tabii ki çok da dile gelmeyen yönleriyle de) dizilerde bulabiliriz. 

Mesela Asmalı Konak! Unutulabilir mi? Toplumdaki feodal ilişkilerin dönüşümü için süper bir prototipti: zalim ağa rolündeki Erol Taş’tan zavallı Züğürt Ağa’ya ve oradan da yakışıklı ve karizmatik Seğmen Ağa’ya uzanan bir hattın son halkasıydı. Hepsi Türkiye’deki kapitalist değişimlerin izdüşümüydü. Kapitalizmin psiko-görsel bir araçla yeniden üretimi ve anlatımıydı o diziler, filmler. Türkiye’deki kollektif zihnin, iç geçirişlerin, özenmelerin, imrenmelerin, gülmelerin. Ve tabii ki büyülenmenin, dağılmanın ve akıl yitiminin. 

Bu nedenle bir dizi tuttu mu o diziyle tutulmanın (ve de tabii ki tutuşmanın) özelliklerine, orada anlatılana bakmak gerekiyor. Kollektif zihnimizin nerelerde dolandığını anlamak için. Görünen ve de görünmeyen haliyle. 

Bu aralar ise malumunuz psikiyatrik aile öyküleri moda. Gerçek hayat hikayeleri. Takıntılı ablalar, geçmişte yaşayan ve onca deliliğin ortasında sağlıklı kalmış babyface delikanlılar, görüşme sırasında ahbabıyla oturur gibi kahve içen psikiyatristler ve daha nice hikâye. 

Türkiye kendini izliyor. İzliyor ve soruyor, arıyor!

Soru şu: “Şu zavallı kızı, şu yakışıklı oğlanı ve de aslında beni, bizi kim, ne delirtti?”

Yine kestirmeden gidip adına hayat dediğimiz üretim ilişkileri desem... Sınıflar aralarındaki itiş kakış desem...

Cık mı? Havalı değil mi? Etkileyici?

Psikoloji, psikiyatrinin büyülü yanı burada: kendine çeken bir gizemle “kapsamlı” bir açıklama sunmalarında. En azından bu iddiayı taşımalarında. 

İnsanlık durumumuza dair, işte bunalmamıza, sıkılmamıza, tutulup kalmamıza dair kapsamlı ve derinlikli bir açıklama iddiasındadır psikoloji, psikiyatri. Banalleşmemiş açıklamalar arayan herkese iyi geliyor bunlar. Bu nedenle kitapları da söyleşileri de dizileri, filmleri de çok tutuyor.

Ayrıca psikoloji/psikiyatri, herkesin az çok bildiği ama konuşmadığı ya da konuşsa bile ne yapacağını bilemediği durumları, etkenleri, bağlantıları işliyor: kötü çocukluk, depresif ve mutsuz anneler, alkolik babalar, kuytuda yaşanan tacizler ve insanı delirten, delirtmese bile hasarlayan bir geçmiş. 

Türkiye ise işte bir süredir 12 Eylül sonrası toplumun bu hallerini keşfediyor. Oralardan geçerek bu güne gelen kuşak şimdi oldu 40! Ve insanlar anlamak istiyor: kendilerine ve dünyaya ne olduğunu...

Çünkü vaat bu değildi! Kesinlikle değildi!

İnsanlar anlamak istiyorlar ve anlayan, anlatıyor gibi yapan herkesi de ciddiye alıyorlar. Odalı, apartmanlı, masumiyet göndermeli dizilerin tutmasının en önemli sebebi bu.

İnsanlar ekranda, bunalmalarına, daralmalarına, bir türlü mutlu olamamalarına neden olan şeylere dair bir açıklama arıyor. Başkalarının da bu tür (ve hatta daha beter) haller yaşadığını görmek istiyor. Bu nedenle de dört elle sarılıyorlar psikolojiye, psikiyatriye, bunları işleyen dizilere, filmlere. İnsanlar temel olarak kendilerine, annelerine, babalarına, çevrelerindeki sevdiklerine ya da tanıdıklarına ne olduğunu anlamak istiyorlar. Ve diziler bu ihtiyaca ayna tutuyorlar. Dizilerin derdi yanıt vermek, ayna tutmak olmasa da!

İnsanlar bunu, bu merakı aynı zamanda eğlenerek, yani “hafif” zaman geçirerek yapıyorlar ama yapıyorlar. Cevap arıyorlar! Her şeye rağmen, her kötürümlüğe rağmen arıyorlar. 

Psikoloji, psikiyatri “kapsamlı” bir yanıt iddiasında bulunuyor demiştim. Doğrudur! İnsan zihni, davranışı, düşüncesi ve ilişkileri, maddenin evrende bildiğimiz en karmaşık hareketidir. Ve psikoloji de bu hareketin bilimi olmaya soyunmuştur. Ama eğri, ama doğru. Ama derinlikli ama yüzeysel. Kapsam oradan geliyor. 

Ama bir şey daha var, daha önce de yazmıştım, Türkiye giderek daha psikolojik bir toplum halini alıyor diye. Ekleyeyim: Türkiye’de işçi sınıfının politik, toplumsal örgütlü eksikliği herkesi psikolojize etti, psikolojiye itti. İnsanlar olan bitene dair açıklamayı orada arıyorlar, mücadelede değil! Türkiye’nin psikolojik bir hal alması bundandır.

Baksanıza yaşadıklarımıza! Bambaşka bir hayatımız olabilirdi. Daha yavaş, daha sakin, daha doyumlu, şenlikli, kolektif, daha az rekabetçi, belirsizliğin daha az olduğu. Belki daha az malımız, mülkümüz ve hayatımızı esir alan daha az eşyalarımız olurdu ama bir yere yetişmek zorunda olmadığımız, yoksulluğa ve çeşitli buhranların içine itilmediğimiz, birbirimizi yiyip bitiremediğimiz bir hayatımız olurdu. Ve kesinlikle masum olurdu.

Şimdi ise masum değiliz. Bitti o iş! Sermaye sürüklüyor hepimizi, her birimizi. Daha fazla büyüme, daha fazla kâr ve daha büyük bir pazar için her şey. Vakaların vaka olamaması da ondan, oy hakkının gaspı da! Kadınlara yönelen şiddette de o var yedi düvele yedirilmeyecek hakkımızda da! 

Ve psikolojiye olan merakımız aralarındaki temel bağlantıyı görmediğimiz içindir. Başka bir şey değil.