Bugünler köklerini dünden alıyor, bugünleri anlamanın yolu dünü anlamaktan geçiyor, bugünü gerçekten değiştirebilmek için dünü gerçekten bilmek gerekiyor. 

Nihal Atsız Parkı’ndan Türkeş’in evine

Türkiye İslamcılığının “üstad”ı Necip Fazıl, 26 Aralık 1978’de, köşe yazılarına bir süreliğine ara vereceğini duyurdu; aynı gün Ecevit hükümetinin aldığı sıkıyönetim kararı Meclis’te oylandı ve kabul edildi.

Necip Fazıl’ın yazmaya ara verme kararının gerekçesiyle, Ecevit’in sıkıyönetim ilan etme kararının gerekçesi aynıydı: Günlerdir Maraş’ta bir katliam yaşanıyordu. 

Ecevit Meclis’te yaptığı konuşmada yaşananları hükümete değil “doğrudan devlete karşı bir ayaklanma” olarak nitelendirmiş, siyasi hayatı boyunca sıkıyönetimlere hep karşı olmakla birlikte bu kez sıkıyönetimi tek çare olarak gördüğü minvalinde bir konuşma yapmıştı.  

Necip Fazıl ise aynı gün yayınlanan yazısında şöyle diyordu: 

“Maraş hadiselerine dair şu anda bir kıymet hükmü belirtmekten çekindiğim ve belirtecek olursam manaların nasıl bir bomba dehşetine dönüşeceğini ve hangi tarafın ekmeğine yağ süreceğini tahminden aciz olduğum şartlar altında, vaziyet açıklık kazanıncaya kadar kalemimi susturuyor ve bu ana-baba gününde başka mevzulara el atmayı da sefalet telakki ediyorum. 

Ne ilginç bir tesadüftür ki, Necip Fazıl bütün bir 1978 yılı boyunca Ecevit hükümeti ve sol aleyhine yazılar yazmış, Ecevit hükümetinin devrilmesini komünizmle mücadelenin en önemli basamaklarından biri olarak görmüştü.

Necip Fazıl’ın 1977’de komünizme karşı tek çare olarak görüp Milli Görüş’ün yerine desteklemeye başladığı MHP ise yılın ilk aylarından itibaren stratejisini faşist terörü yükseltmek, toplumsal muhalefeti korku ile teslim almak, iş başına gelen Ecevit hükümetini sıkıyönetim ilan etmeye mecbur bırakarak devirmek ve bir darbe aracılığıyla iktidarı almak üzerine kurmuştu. 

Ve şimdi, Maraş katliamıyla birlikte, Ecevit faşizme karşı gerçek bir mücadele vermemenin bedelini sıkıyönetim ilan ederek ödemeye mecbur kalıyor, Necip Fazıl ise gidişatı öngöremediği ve korktuğu için yazılarına ara veriyordu… 

Maraş’a giden yol 

Faşist terörü yükseltmeye dayalı stratejinin ilk saldırısı 16 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşti. Üniversiteden toplu halde çıkış yapan solcu öğrencilerin üzerine bomba atıldı. Saldırıda yedi öğrenci yaşamını yitirirken kırk bir öğrenci de yaralandı. Katliamın gerisinde Abdullah Çatlı vardı. Çatlı, katliamda kullanılan NATO menşeili TNT kalıplarını Mehmet Ali Çeviker adlı bir yüzbaşıdan almıştı ve Çeviker Maraş katliamının hemen öncesinde, aynı seriden patlayıcı maddelerle ve silahlarla Maraş yolunda yakalanacaktı.

Yılın ilk siyasi suikastı ise 24 Mart’ta gerçekleşti. En son Ankara Cebeci’deki ülkücülerin kontrolünde bulunan Site Yurdu’na düzenlediği baskınla MHP’nin açık hedefi haline gelen ve kontrgerilla yapılanmasını araştıran savcı Doğan Öz, ülkücü İbrahim Çiftçi tarafından öldürüldü. Öz, ölümünden sonra odasında bulunan kontrgerilla raporunda, ABD’nin ve çokuluslu tekellerin Türkiye’de kitleleri sindirmek ve solu bastırmak için MHP’yi bir maşa olarak kullandıklarını anlatıyordu.

Nisan ayında, bu sefer bir kitle katliamı denendi ki, bu aynı zamanda Maraş’ın da bir provası sayılabilirdi. 14 Nisan günü Ankara’dan Malatya’nın sağcı belediye başkanı Hamit Fendoğlu’na bombalı bir paket gönderildi. Fendoğlu, 17 Nisan günü eline ulaşan ve bir arkadaşı tarafından gönderilmiş olduğunu zannettiği paketi alıp eve götürdü ve buradaki patlamada yaşamını yitirdi. Patlama sonrası Malatya sokaklarında toplanan kitle “kahrolsun komünizm”, “Müslüman Türkiye”, “Katil Ecevit” sloganları eşliğinde CHP ve demokratik kitle örgütlerinin binalarına saldırıya geçti, Alevilere ait dükkân ve iş yerlerini tahrip etti ve ardından mahallelere yöneldi. Saldırılarda 8 kişi yaşamını yitirirken 100’e yakın kişi yaralandı, 1000’e yakın işyeri ise tahrip edildi. Saldırılar esnasında, Alevi ailelere mensup 14-15 yaşlarındaki üç lise öğrencisi ülkücüler tarafından kaçırıldı ve işkence edildikten sonra kafalarına birer kurşun sıkılarak katledildi.  

İşin ilginç yanı, Fendoğlu’na gönderilen bombalar 16 Mart katliamında kullanılanlarla aynıydı ve sadece Fendoğlu’na değil, CHP Maraş Pazarcık İlçe Başkanı ve Maraşlı bir Alevi aşiretinin mensubu olan Memiş Özdal’a, MSP’li kimliğiyle bilinen Adıyaman Emniyet Müdürü Abdülkadir Aksu’ya ve Ahmet Akalın adlı Adanalı bir işadamına da bu bombalardan gönderilmişti. Özdal’ın şüphelenerek almadığı paket postane binasında patlamış, diğer iki bomba ise hedeflerine ulaşmadan etkisiz hale getirilmişti.

Siyasi suikastlar zincirinde Doğan Öz’den sonraki hedef Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Bedrettin Cömert oldu. Cömert 11 Temmuz günü eşiyle birlikte evinden çıkıp arabasına binerken üç kişi tarafından çapraz ateş altına alındı. Cömert yaşamını yitirirken eşi ağır bir şekilde yaralandı. Sonradan Avrupa’daki eski bir ülkücü yönetici tarafından dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e gönderilen bir mektupta, Cömert’in ölüm emrinin Ülkücü Gençlik Derneği Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu tarafından verildiği söyleniyordu.

Yeni bir kitle katliamı girişimi ise Eylül ayında gerçekleşti. 4 Eylül’de ülkücüler Sivas’ta Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Alibaba Mahallesi’nde pazar yerine ateş açarak bir kişiyi öldürdü, çok sayıda kişiyi de yaraladı. Aynı anda şehrin Sünni mahallelerinde “Aleviler camilere saldırıyor” denilerek halk sokağa çağrıldı ve Alevi mahallelerine doğru harekete geçildi. Saldırılarda 12 kişi yaşamını yitirirken 100’den fazla kişi yaralandı. Saldırılar ertesi gün de devam etti, ancak mahallelerde solcuların ve halkın birlikte direnmesiyle saldırı püskürtüldü, saldırganlardan sekizi öldü. 

Yaklaşık bir ay sonra, 8 Ekim gecesi, bu sefer Ankara’da, Türkiye tarihinin en korkunç katliamlarından biri gerçekleştirildi. Başlarında Abdullah Çatlı’nın bulunduğu bir ekip, Bahçelievler’de TİP’li öğrencilerin evine baskın düzenledi. Hiçbirinde silah bulunmayan öğrenciler önce kloroformla bayıltıldı, sonra da öldürüldü. Altı öğrenci o gece, ağır yaralı bir öğrenci de daha sonra hastanede yaşamını yitirdi. Saldırıda kullanılan araç Ülkü Ocakları tarafından satın alınmış ve Abdullah Çatlı ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun kullanımına verilmişti. Yazıcıoğlu yıllar sonra verdiği ifadede o gece arabanın Çatlı’da olduğunu ve katliamı Çatlı’nın tertiplediğini itiraf etti. 

Siyasi suikastlar, Ekim ve Kasım aylarında da üniversite hocalarını hedef alarak devam etti. 20 Ekim 1978’de İTÜ’nün eski rektörlerinden Bedri Karafakioğlu öldürüldü. 26 Kasım’da ise KTÜ Elektronik Hesap Bilimleri Enstitüsü Başkanı ve TİP Trabzon İl örgütünün kurucu başkanı Necdet Bulut suikasta uğradı. Aldığı 27 kurşun yarasına rağmen günlerce yaşam mücadelesi veren Bulut, 8 Aralık’ta ölüme yenildi. 

İşte Maraş katliamı, bu saldırıların yarattığı politik iklimde gerçekleşecek ve ülkücü hareketin devreye soktuğu şiddet stratejisinin zirve noktasını teşkil edecekti. Önce 19 Aralık akşamı antikomünist bir propaganda filminin gösterildiği Çiçek Sineması’nda tahrip gücü düşük bir bomba patlatıldı. Hemen ardından ise ülkücüler tarafından “komünistler ve Aleviler sinemaya bomba attı” denilerek CHP ve TÖB-DER binalarına saldırıldı. İki gün sonra, yani 21 Aralık’ta, TÖB-DER üyesi iki öğretmen ülkücüler tarafından öldürüldü ve bütün şehre “komünistler yarın cenazeden sonra camilere ve Cuma namazına saldıracaklar” şeklinde bir dedikodu yayıldı. 22 Aralık’ta, önce iki öğretmenin cenazesine, sonra da solcu ve Alevilere ait işyerlerine ülkücüler tarafından saldırı düzenlendi. Halk bu saldırılara direndi ve saldırganlardan üçü öldürüldü. 23 Aralık’ta intikam amacıyla toplanan büyük bir kalabalık, ülkücülerin örgütlediği bir şekilde Alevi mahallerine yönelik çok şiddetli bir saldırıya girişti. Vahşice gerçekleştirilen bu saldırıda resmi verilere göre 111, gayriresmi verilere göre bunun birkaç katı insan yaşamını yitirdi. Eğer mahallelerde örgütlü bir şekilde direnilmese, yaşanan vahşet katlanarak artabilir ve ölü sayısı birkaç bini bulabilirdi.             

Maraş katliamı, Maraş’la da sınırlı kalmadı ve katliam davasının müdahil avukatlarından TİP üyesi Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve aynı zamanda CHP Adana İl Başkanı olan Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de katledildi. Albay’ın öldürülmesi aynı zamanda CHP’li yöneticilere yönelik bir suikast zincirinin ilk halkasıydı ve onun hemen ardından 7 Mayıs’ta CHP Kayseri İl Başkanı Mustafa Kulkuloğlu, 17 Haziran’da ise CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner ülkücüler tarafından öldürülecekti.

Defterleri kapatmak? 

Tüm bu saldırılar belli bir siyasal stratejinin parçası olarak, ülkücü militanlar tarafından ve bizzat Türkeş’in bilgisi dâhilinde, onun verdiği emirlerle gerçekleştirildi. Siyasi suikastlarda Türkiye’nin en değerli aydınları, bilim insanları, sendikacıları yaşamını yitirdi, kitle katliamlarında doğrudan silahsız halk hedef alındı, korkunç bir vahşet sergilendi. Hedef toplumsal uyanışı durdurmak, halkın yüzünü sola dönmesini engellemekti. 

Ve tüm bunların üzerinden kırk yıl geçmişken, sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, hem de Maraş katliamının yıldönümünde, CHP Genel Başkanı, yanına İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı ve kayınpederi Ümit Kaftancıoğlu ülkücüler tarafından katledilen İstanbul İl Başkanı’nı da alarak Türkeş’in eşini evinde ziyarete gitti. Ziyarette Türkeş anıldı, onun “demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne duyduğu inanç”tan, “siyasette hep sevgiyi ve saygıyı esas aldığından” bahsedildi, barışma, uzlaşma zamanının geldiği, eski defterlerin kapatılması gerektiği minvalinde laflar edildi. 

Peki sahiden de kapatabilir miyiz bu defterleri, unutabilir miyiz olan biteni? 

Cevabımız çok net: Hayır, unutamayız. 

Peki nedir derdimiz bizim? 

Üzerinden kırk yıl geçmiş hadiselerin, meselelerin üstüne gitmeye devam etmemizin, tüm bu olan biteni kendimiz unutmadığımız gibi, başkalarına da unutturmamak istiyor olmamızın nedeni nedir? 

Geçmişte yaşamaya devam eden, takıntılı, ruh hastaları mıyız biz, yaraları kaşımaktan sadistçe ve mazoşistçe bir zevk mi alıyoruz acaba, nedir derdimiz?

Turgut Uyar, bir şiirinde “Aldatıldığımız önemli değildi yoksa/Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak” diyor. İşte biz hatırladığımız için aldatıldığımızı biliyor ve aldatılmayı reddettiğimiz için hatırlıyoruz. Çünkü biz bugünkü iktidarın gökten zembille inmediğini, bu işin bir tarih öncesi olduğunu biliyor, bunu hiç unutmuyoruz. O tarih öncesine baktığımızda ise sol düşmanlığını, o düşmanlıkla açılan kapılardan girenleri ve devletleşenleri görüyoruz. 

Bugünler köklerini dünden alıyor, bugünleri anlamanın yolu dünü anlamaktan geçiyor, bugünü gerçekten değiştirebilmek için dünü gerçekten bilmek gerekiyor. 

Türkiye toplumu bugünlere birden bire gelmedi; 12 Mart’larla, 12 Eylül’lerle, Deniz’lerin, Mahir’lerin katledilmesiyle, 16 Mart’la, Bahçelievler’le, Maraş’la geldi. En parlak beyinlerini, en namuslu kalemlerini faili meçhul cinayetlerde kaybederek geldi. Türkiye toplumunu buraya devlet, sermaye ve Türk sağının kanlı ortaklığı getirdi. Sermaye düzeninin çıkarları adına izlenen “solkırım” politikaları cumhuriyetin de sonunu getirdi, bugünkü rejim böyle inşa edildi.

Ve şimdi bize bu rejimden kurtuluş için o rejimin inşasına en çok katkı koyanların izinden gidenlerle ittifaklar yapmamız gerektiği, oyunun kurallarının, oy oranlarının, seçim sistemlerinin bunu gerektirdiği söyleniyor. Atsız Parkı’nda buluşmalar yetmiyor, orada buluşulup Türkeş’in evine gidiliyor. Bu iktidardan kurtuluşun kefaretinin solun esamisinin okunmadığı, soldan arındırılmış ve bütünüyle sağcılaştırılmış bir Türkiye olduğu, Türkiye toplumunun da buna razı olması gerektiği söyleniyor. 

Geçen hafta Atsız Parkı’nda kurulan ittifakların ve dayattıkları “yeni normal”in bir parçası olmayacağımızı söylemiştik. Nihal Atsız Parkı’nda buluşanlar bu hafta “yeni normal” adına bir adım daha atıp Türkeş’in evine gittiler. O zaman biz de bu vesileyle tekrar edelim: Türkiye toplumu, sağın karşısına alternatif olarak yine sağı çıkarmanıza da, solsuzlaştırılmış siyasetinize de, “yeni normal”inize de teslim olmayacak, bu topraklar sizi de bizi de şaşırtmaya devam edecek. Ve biz de bunun için unutmamaya ve unutturmamaya, “hafıza işçileri” olmaya devam edeceğiz.