Dinselleşme, işçi sınıfının tevekkül etmesi için, sesini çıkarmaması için, greve gitmemesi için, sendikalı olmaması için, 'sapık ideolojilere' kapılmaması için, 'laik' olanıyla da 'dindar' olanıyla da Türkiye sermaye sınıfının elindeki en önemli araçtır ve tam da bu nedenle bugünkü iktidar bir sermaye projesi olarak ortaya çıkmıştır. 

MÜSİAD’ın 'MÜ'sü

Yakın zamanda yayınlanan Norveç yapımı “Ragnarok” adlı dizide Norveç’in küçük bir kasabasında ve günümüzde geçen fantastik bir hikâye anlatılır. 

Hikâye günümüzde geçmektedir ama kahramanlar İskandinav mitolojisinden fırlayıp gelmiştir: Bir tarafta “tanrılar” yani “iyiler”, diğer tarafta ise “devler” yani “kötüler” vardır ve iyilerle kötüler kıyasıya bir mücadele içerisindedir.

Ortada her ne kadar fantastik bir kurgu ve mitolojik kahramanlar varsa da, alt metin bütünüyle bugüne ve gerçekliğe dairdir ve bize başka bir şey söylemektedir. 

Binlerce yıldır yaşamlarını sürdüren “devler” günümüz dünyasında birer kapitalist olmuşlardır ve o devlerden birine ait olan şirket, variller dolusu atıklarıyla kasabanın içme suyunu kirletmekte, havasını zehirlemekte, buzların erimesine sebep olmakta,  insanları hastalandırmakta, çalışanlarını sağlıksız koşullarda çalıştırmakta ve tazminatlarını ödemeye yanaşmamaktadır. 

Ne Norveç’te yaşıyoruz ne de mitolojik bir hikâyenin içinde elbette ama şunu biliyoruz ki Norveç’te de Türkiye’de de benzer bir insanlık durumuna tanıklık ediyoruz, insanlık olarak kapitalizmin ve şirketler dünyasının bize yaşattıklarında ortaklaşıyoruz.

İşte çok değil, daha birkaç gün önce, Sakarya’daki bir havai fişek fabrikasında gerçekleşen patlamada resmi açıklamalara göre yedi işçi yaşamını yitirdi, yüzden fazla işçi ise yaralandı. 

Ve tıpkı Soma’da, Ermenek’te,  Torunlar’da olduğu gibi, bu patlama da bize bir kez daha Türkiye kapitalizminin işleyiş biçimini gösterdi, bir kez daha insan hayatının sermayenin ve şirketlerin çıkarları karşısındaki değersizliğini, önemsizliğini ortaya koydu.

Basında yer alan haberlere göre, şirketin sahibi MÜSİAD Sakarya Şube Başkanı bir işadamıydı; yani sadece sermayedar değildi, aynı zamanda “İslami burjuvazi”nin bir üyesiydi ve dolayısıyla ekstradan kayırılanlardandı. 

Şirket, geçmiş yıllarda yaşanan patlamalardan ve yaşanan işçi ölümlerinden dolayı kirli bir sicile sahip olsa da, zaman zaman isim de değiştirerek bir şekilde üretime devam etmişti. 

İşçilerin “bir yemek yiyip gidiyorlardı” demelerinden de anlaşıldığı üzere, sahici bir denetim söz konusu değildi. Fabrikada kaç işçinin kayıtdışı çalıştırıldığı, kaçının sigortasız ve göçmen işçi olduğu da bilinmiyordu.

Patlamadan birkaç gün önce, işçiler bir şeylerin yolunda gitmediğini, kullandıkları bazı malzemelerin ısındığını ve can güvenliği için tehdit arz ettiğini fark etmişler, gidip yöneticileri uyarmışlar ama kimse onları dinlememişti. 

Patlamanın hemen ardından Cumhurbaşkanı, önce işçileri, temsilcilerini ya da ailelerini değil, normal şartlarda “şüpheli” olarak görülmesi gereken şirket sahibini aradı. 

MÜSİAD Başkanı ve üyeleri, sonradan “Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla” olduğu ortaya çıkacak bir şekilde, şirket sahibine destek için Sakarya’ya gittiler ve burada bir yemekli toplantı düzenlediler.

Fonda son model lüks otomobillerin yer aldığı toplantı fotoğrafını sosyal medyadan paylaşmayı da ihmal etmediler ama gelen tepkiler üzerine paylaşımı kaldırmak zorunda kaldılar. 

Yemekli toplantıyı ayarladığı söylenen Hendek Belediyesi de yine gelen tepkiler üzerine, toplantıyla bir ilgisinin olmadığını açıkladı. 

Bu yazının yazıldığı saatlerde ise, çok bir şey çıkmayacağını geçmişte yaşananlar dolayısıyla bilsek de, nihayet şirketin iki ortağının yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alındığı yönündeki bilgiler ajanslara düşmeye başlamıştı.

Türkiye’de sermayenin çıkarlarıyla dinselleşmenin tarihsel olarak örtüştüğünü, dinselleşmenin bir sermaye projesi olduğunu, siyasal İslam’ın önünün düzen tarafından  “antikomünist bir panzehir” olarak açıldığını, sendikalı değil, tarikat, cemaat mensubu olan, greve değil camiye giden bir işçi sınıfı istendiğini, patronla işçinin aynı camide namaz kılmasının sınıf kavgasına bulunmuş en kestirme çözüm olduğunu mütemadiyen yazıp çiziyoruz. 

İşte MÜSİAD da bu çözümün bir parçası olarak ortaya çıktı, açılımı “Müstakil İşadamları ve Sanayiciler Derneği” olsa da, aslında herkes oradaki “MÜ”nün “Müstakil”in değil “Müslüman”ın kısaltması anlamına geldiğini biliyor. 

İsmi TÜSİAD’a nazire yaparcasına seçilen ve 1990 yılında kurulan MÜSİAD, esas olarak 12 Eylül sonrası palazlanan, tarikat, cemaat kökenli “yeşil sermaye” ile “Anadolu Kaplanları” olarak da adlandırılan taşra burjuvazisini temsil ediyor ve neoliberalizmle siyasal İslam’ın evliliğinin en sembolik kurumu olma niteliğini taşıyor. 

Hatırlayacaksınız, MÜSİAD şu aralar pandemi ya da doğal afet dönemlerinde bile üretimin kesintisiz bir şekilde devam edeceği “izole üretim üsleri” üzerinde çalışıyor ve işçileri toplama kampı benzeri fabrika kampüslerinde istihdam etme planları yapıyor. 

Bu aynı zamanda bir “devlet projesi”; çünkü iktidar Türkiye kapitalizminin krizden çıkışını Türkiye’yi bir ucuz emek cenneti yapmakta, emek rejimini “Çinleştirmek”te görüyor. 

Aynı MÜSİAD, Libya’ya da ellerini ovuşturarak bakıyor ve bu ülkedeki petrol ve inşaat üzerine kurulu kurtlar sofrasından kendisine bir pay çıkarabileceğini düşünüyor, yeni-Osmanlıcıkla sermayenin çıkarları Libya’da bir kez daha ortaklaşıyor. 

Doğru, MÜSİAD “zamanın ruhu”nu mükemmel bir şekilde temsil ediyor ama bu noktada “İslamcı sermaye”den bahsetmenin “seküler” ya da “laik” sermayeden bahsetmek anlamına gelmediğini görmek ve o büyük hataya, yani İslamcılığa karşı “laik sermaye”den, Koç’tan, Sabancı’dan medet umma hatasına düşmemek gerekiyor.

Yaşam tarzı itibariyle TÜSİAD üyeleriyle MÜSİAD üyeleri arasında, yani tek tek patronların yaşam tarzları arasında bir fark olabilir elbette; ancak bu, dinselleşme politikalarının gerisinde bir sınıf olarak sermayenin ve özellikle TÜSİAD’da temsil edilen büyük sermayenin bulunduğu gerçeğini değiştirmez. 

Yani tek tek patronlar kendi özel hayatlarında istedikleri kadar “laik” ya da “seküler” olsunlar, bir sınıf olarak sermaye için önemli olan dinselleşmenin sınıf mücadelesi açısından, yani hem siyasal hem de toplumsal alanın dinselleştirilmesinin sermayenin çıkarları açısından taşıdığı önemdir. 

Dinselleşme, işçi sınıfının tevekkül etmesi için, sesini çıkarmaması için, greve gitmemesi için, sendikalı olmaması için, “sapık ideolojilere” kapılmaması için, “laik” olanıyla da “dindar” olanıyla da Türkiye sermaye sınıfının elindeki en önemli araçtır ve tam da bu nedenle bugünkü iktidar bir sermaye projesi olarak ortaya çıkmıştır.   

2020 Türkiye’sine gelindiğinde, neoliberalizmle İslamcılığın beraberliğinin topluma verebileceği tek şey ise kapitalizmin en vahşi versiyonlarından birinin Türkiye toplumunun bugününü ve yarınını çalması olmuştur: Ucuz emek, güvencesiz ve taşeron çalışma, iş cinayetleri, kıdem tazminatı gaspı, özelleştirilmiş emeklilik vs… 

Bugün Türkiye’de emeğin değeri ucuzladıkça toplum daha da yoksullaşmakta, emekçinin hayatı önemsizleştikçe insan hayatı da önemsizleşmekte, emek rejimi bir kölelik rejimine dönüştükçe siyasal ve toplumsal alanın tümünde de kölelik ve biat istenmekte, sömürü ve yoksulluk derinleştikçe dinselleşmenin ve baskının dozajı da artmaktadır.

Toplumun önüne kurtuluş adına sermayenin yeni projeleriyle dinselleşmenin yeni versiyonlarının konulduğu, “yeni” diye sunulanın ise aslında “eski”nin kılık değiştirmiş hali olduğu, halkın ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmeye çalışıldığı günümüz Türkiye’sinde, gerçek anlamda bir kurtuluş için gerçek anlamda “yeni” bir siyasete ihtiyaç vardır. 

O yeni siyaset aynı anda hem sermaye düzenine hem dinselleşmeye karşı çıktıkça, hem emek hem laiklik dedikçe, hem sermayenin hem de dinselleşmenin insan aklı üzerindeki vesayetine karşı çıktıkça, kurucu bir iradeyle topluma adil, eşit ve özgür bir Türkiye’nin mümkün olduğunu gösterdikçe gerçek bir özne, gerçek bir güç haline gelecektir. 

“Yeni” tam olarak budur, aradığımız çıkış da, kurtuluş da esas olarak buradadır.