Mucize beklemeyi gereksiz kılacak, unutturacak kadar çok örgüt! Asıl mucizenin örgütlü güç olduğunu kanıtlayacak kadar çok örgüt!

Mucize ve örgüt

1970’lerden bu yana memlekette yaşanan depremlerin medyadaki yansılarını izleme şansım oldu. Değişmeyen manşetlerden birinin “mucize” olduğunu söyleyebilirim. Yıkımın üstünden saatler, günler geçer ve bütün toplumu ağlatan bir yaşama dönüş öyküsü ortaya çıkar. Günümüzde canlı yayın olanağının yayılmasıyla, bu öyküler, ciddi ciddi popüler kültürün bir alt türü halini aldılar.

Anlatı popüler kültürün alt türüdür ve olayın kendisi afetin organik, zorunlu, normal parçasıdır artık. Mucize terimi olağandışı veya olağanüstü anlamını yitirdi. Her afetin içinde mucizeler vardır. 

O halde mucizelere “olağan dışı durumların yönetilmesinde” işlev yüklenmesine de şaşmamak gerekiyor. Mucize acılı toplumu teselli etmekte, kızgınlarda bir sinir boşalmasını tetikleyerek biriktirdikleri enerjiyi tahliye etmekte, doğaüstü çağrışımlar yoluyla kaderci yaklaşımları güçlendirmekte, bölünmüş toplumu birleştirmektedir. Yani mucizenin, bu bağlamda yaşamı kurtulan kişiler için taşıdığı mutlu ve kurtarıcı anlam dışındaki toplumsal ve siyasal işlevi basbayağı egemen güçlere hizmet etmektedir. 

Oysa toplumun sağlıklı beklentisi mucizeye gerek kalmaması olmalıdır. Oraya o binalar yapılmamış olmalıdır. O binalara iskân verilmemiş, inşaat denetlenmiş, denetim sürekli kılınmış ve kolonların kesilmesine de izin verilmemiş olmalıdır! 

Bütün bunlar olmadığında toplumun baskın çoğunluğu gözleri dolu dolu mucize beklemektedir. Dedik ya, mucize de depremin organik parçasıdır ve illaki gelir. Bir kere geldi mi, daha büyük kalabalıklar yeni mucizeler beklemeye koyulur. Mucizenin felaketi hafifletme ihtimali yoktur. Birey bazında bakıldığında bu kadar projektör altındaki örneklerde tedavi, bakım, hatta yaşamı yeniden kurma açısından köfte ekmekten çok daha fazla olanaklar ortaya çıkacaktır elbette. Ama o kadar… 

Tersinden, bir deprem yaşayıp kent değiştirmek zorunda kalan, ama gittiği yerde felaketin arayıp da bulduğu örnekler de az değil. Olağan koşulları paylaşan büyük çoğunluk ise o güne kadar biriktirdiği şeyleri neredeyse tamamını yitirmiş, ölüleriyle birlikte kendinden, yerine bir daha koyamayacağı parçaları da gömmüş, hiç bitmeyecek travmalarla yaşamaya alışmış olacaktır. Başına geleni haksızlık olarak kavramak ve elinden hiçbir şey gelmemesi insan için fazla ağır. Bu nedenle olsa gerek, afet denilen olaylar insanları gerçek dünyadan uzaklaştırır. Genel olarak kadercilik yayılır, özel olarak da dinci gericilik güçlenir. Acı sonun veya mucizenin senin değil de komşunun kapısını çalmasının açıklaması yoktur ve açıklaması olmayan her bilinmezlik gericiliği besler. Yeri gelmişken; Türkiye’nin 21. yüzyıl serüveninde ’99 depreminin bu anlamda kesinlikle payı vardır.

Bizden yana olan açıklıktır, aydınlıktır, nedenselliktir. Olup biteni anlayabiliriz ve anladığımız şey önlenemez kader olmaktan çıkar. Aydınlanma ile sorumlulardan hesap sorma arasında son derece somut bir köprü vardır. Mucize aramayız, ona gerek kalmayacak koşulları inşa ederiz.

İnsanlık bireylerin toplamından oluşuyorsa insanlar da televizyon karşısında mucize bekler. İnsanlar örgütlü bir kolektif oluşturuyorsa yaralarını sarmak için de, sorumlulardan hesap sormak için de inanılmaz bir güçle donanırlar. Örgütlü kolektif, örgütsüzlerin, bireyselliğine çakılıp kalanların akıl sır erdiremeyeceği işleri kotarır. Belki de şunu bile söyleyebiliriz: Asıl mucizeyi örgütlü güç yaratır!

Türkiye’nin deprem karşısında iki büyük talihsizliği var: Halkımızın örgütsüzlüğü ve ülkemizin bu dünyada olup bitenin anlaşılamazlığını, bilinemezliğini iddia eden bir karanlık ideolojiye tutsak düşmüş olması. Coğrafyamızın deprem kuşağında yer alması, fay hatlarının memleketi her yönde kat ediyor olmaları, örgütsüzlüğün ve karanlıkseverliğin yanında solda sıfır kalır. O kadar karanlıkseverler ki, artık depremin büyüklüğü bilgisi bile toplumdan esirgeniyor!

Demek ki deprem günlerinde mücadele yükseltilmeli. Aydınlanma ile hesap sormayı birleştiren köprüden ancak örgütlenerek geçilir. Örgütse her anlamda fay hatlarına en yakın yerde kurulur. 

Diyalektik bu ya, Türkiye’nin talihsizliği o kadar derinleşti ki, kendi kendisini yok edecek noktaya gelip dayandı. Günlerdir AKP’li merkezi yönetim ile CHP’li yerel yönetim ölülerimizin üstüne çıkmış, yakar top oynuyorlar: İzmir’i vesayetçiler yönetiyormuş da, belediyenin herhangi bir yetkisi yokmuş da! 

Örgütsüz halka her tür karanlığın yutturulabileceğini zanneden düzen siyasetçilerinin birbirlerine attıkları top aslında patlamaya hazır bir bomba. Patlaması hiç de mucize olmayacak. Ama durum gerçekten karışık; halkımızın önemli bir bölümü patlamanın kendiliğinden olmasını bekliyor. Düzen siyasetinin bütün kolları bir diğerinin suçlarını liste yapmış sağa sola asarken mucize beklentisi alışkanlıkları besliyor. Günde 75 yurttaşının virüs tarafından kopartılmasına alışan bir toplum bundan biraz fazlasının da enkaz altında can vermesi karşısında neden düzeni patlatsın? 
 
Kimin ne yetkisi varmış, yasalar neye imkân veriyormuş… bunların ne önemi var! Bir felakete yaklaşıyorken mevzuata mı bakılır! Kapıları çalar, gerçeği aydınlatır, çare ararsınız. Türkiye’de ise merkezi iktidar insanların çürük evlerde oturmalarına, yerel iktidarsa merkezi iktidarın bu konuda bir şey yapmamasına şaşmaktadır. Bilsinler ki bombayla oynuyorlar…

Gerçeği aydınlatmak, kapıları açmak, çareyi oluşturmak gerekiyor. Yani örgütlenme o kadar acil. 

İzmir’de yaşanan yıkım İstanbul’da beklenenin binde biri! Yani örgütlenme o kadar büyük olmalı. 

Aydınlıktan yanayız, sahadayız, örgütleniyoruz. Bir sonraki depremde ne yapacağımızı sormayacağız. Ondan önce biz bu alçaklık düzeninden hesap soracak kadar yol alacağız. Yani en kısa zamanda, en yaygın, en derinlikli örgütlenme. 

Mucize beklemeyi gereksiz kılacak, unutturacak kadar çok örgüt!

Asıl mucizenin örgütlü güç olduğunu kanıtlayacak kadar çok örgüt!