Ortada Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle ve tarikatçılığı ileri sürülen üst rütbeli askerle ilgili bildiri ve tartışmalar üzerine soruşturma başlatılan bir konu var.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi tartışmalarında yargının durumu

Konumuza girmeden, bilinen ama kısır tartışmalar içinde arka planda bırakılan bir konuyu bir kez daha anımsatalım. 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi olağan sözleşme ve pozitif hukuk kalıpları içinde okunup tartışılacak bir belge değildir.

Taraflar Sözleşmeyi; “‘Boğazlar’ genel deyimiyle belirtilen Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz Boğazı'ndan geçişi ve gemilerin-gidiş gelişini (ulaşımı), Lozan'da, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmış olan Barış Andlaşmasının 23. maddesiyle saptanmış ilkeyi, Türkiye'nin güvenliği ve Karadeniz'de, kıyıdaş Devletlerin güvenliği çerçevesinde koruyacak biçimde, düzenlemek isteğiyle” imzalamışlardır. Bunun anlamı Montrö Boğazlar Sözleşmesinin, Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak kabul ve ilanı olan Lozan Barış Andlaşmasının güç ve değerinde olması; bu sözleşme üzerine yapılacak her tartışmanın Lozan Barış Andlaşmasına bulaşacağıdır.

Kapitalizmin en yüksek ve son aşaması olan emperyalist ilişkiler Cumhuriyetin dayanakları ve nitelikleriyle ilgili herhangi bir alana müdahale ettiği an Cumhuriyete müdahale edilmiş olur. Siyasal iktidarın Cumhuriyet ve laiklik karşıtlığı ile Montrö ve Lozan’ı bir arada yoğurmaya kalkışması bütünsel değerlendirilmelidir. Burası tartışmasız.

Ama birbirinden ayrıştırılamaz olan emperyalizm ve kapitalizm attıkları her adımda, işgal ettikleri her alanda emekçileri daha çok ezmeyi, doğayı ve insanı daha çok sömürmeyi hedefler. Sorunun iplerini buradan sınıfsal karşıtlıkla ve mücadeleyle tutmayan her tartışma ve ilişki, bugün düzen içi siyasetin yaptığı tartışmalar gibi hep yutkunacak ve “ancak”lı mütevaziliğe sığınacaktır.

Gelelim hukuk devleti ve yargıya…

Yargı denetimi hukuk devletinin olmazsa olmazlarından biridir ve hak arama özgürlüğü de tüm hak ve özgürlüklerin olmazsa olmazı olarak anayasal güvence altında yerini alır. Ancak, hukuku sermayenin söz ve karar sahipliği uğruna biçimlendiren ve kullanan her siyasal iktidar yargıyı da aynı amaç için biçimlendirmekten ve kullanmaktan kaçınmaz. Hukukla oynamak, hukuku eşitsizliğin ve adaletsizliğin aracı yapmak, keyfiliği hukuka yerleştirmek, dinsel kurallarla hukuku buluşturmak, hukukla sömürüyü ve baskıyı özdeşleştirmek, düşman ceza hukuk yaratmak gibi birçok müdahale hukuka bağlı olması gereken yargıyı yönlendirip etkilese de, yine de bu hukuksal çerçeve içinde kalmakla birlikte adalet gözeten bir yargı varsa ve bu yargı zaman zaman da olsa sermayenin ve iktidarının önüne küçük setler çekiyorsa hukukun başına gelen yargının başına gelir. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinden sonra adımı atılan, AKP dönemindeyse 12 Eylülün adımıyla yetinmeyip 2010 Anayasa değişiklikleriyle ve devamı müdahalelerle başkalaştırılan “yargı durumu” genel hatlarıyla budur.

Anayasasıyla, yasalarıyla, örgütlenme ve müfettişlik mekanizmalarıyla, kadrolaşmalarıyla, atamasından siciline ve meslekten atılmasına kadar ödül-ceza yöntemleriyle bütünsel olarak el atılan yargı sermayenin ve siyasal iktidarın söz ve karar sahipliği için, toplum üzerinde baskı ve tehdit için aracı kılınmaya başlayınca adaletle değil adaletsizlikle buluşmuş olur. Arada bir adalet örnekleri bu adaletsizliği ortadan kaldırmaya yetmez.

Ortada Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle ve tarikatçılığı ileri sürülen üst rütbeli askerle ilgili bildiri ve tartışmalar üzerine soruşturma başlatılan bir konu var. Soruşturma başlatılanlardan gözaltına alınanlar var. Bu durumun Anayasadaki karşılığı “hak arama özgürlüğü” ve “adil yargılanma hakkı”. Anayasaya göre herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak üzere davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip. Örneğimizde hakkında soruşturma açılan ve gözaltına alınan bireyler de bu özgürlük ve hak kapsamında.

Anayasa ve hukuk kapsamında, soruşturma başlatanların, gözaltı kararı alanların, iddianame yazanların, savunmanların, yargılamayı adil olarak yapması gerekenlerin görev, yetki ve sorumlulukları hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı kapsamı dışında değil ve Anayasada bu konuda herhangi bir sınırlama nedeni yok.

Yargılamada “son inceleme mercii” olarak sayılan yüksek mahkemeler ve hak ihlali iddiasına bakmakla görevli ve yetkili olan Anayasa Mahkemesi de adil yargılanma hakkında 36. maddenin dışında değiller.

O zaman Yargıtay ve Danıştay’ın bildirinin açıklanmasının ardından, soruşturma da başlatılmışken -başlatılmamış dahi olsa- yuvarlatılmış sözcük dizeleriyle konuyla ilgili açıklama yapması nasıl açıklanacak?

Son inceleme mercii davadan önce konuşursa, zaten siyasal iktidara bağımlılığı tartışma konusu olan yerel mahkemelerin kararı bundan etkilenmeyecek mi? Bağımsız yargının yasama dahil her türlü organ, makam ve çıkar grubu karşısında bağımsızlığına davadan önce konuşan yüksek yargı dahil değil mi? Yargının yaratması gereken güven hissi daha şimdiden sarsılmadı mı? Peki soruşturma açılanlar da hak arama özgürlüğüne sahip olduğuna göre bu koşullarda söz konusu bireylerin hak aramaları nasıl adil yürütülecek?   

İnsan Hakları Eylem Planıyla birlikte dillerden düşürülmeyen masumiyet karinesi nerede? Silahların eşitliği nerede? Yargı bağımsızlığı ve sonradan eklenen tarafsızlığı nerede?

Yargı da kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağına göre, yüksek mahkemelerin açıklamalarının ne kadar anayasal düzeni koruma iddiasına dayandığı ileri sürülse de bu açıklamanın Anayasayı ihlal ederek yapılması, yargılamanın ve kararın kesinleşmesinin beklenmemesi hukuk devletinin neresine sığar?

Güven hissi sarsılan, üzerindeki kuşkular artan yargının durumu anayasal devletin durumunu da gösterir. Sıkça hukuk ve yargı reformuna girişip bir türlü noktayı koyamamak beceriksizliğe değil düzenin sürdürülebilirliğine bağlı. AB liderleriyle görüşmenin ve liderlerin “temel haklar ile hukukun üstünlüğünün AB için elzem” demelerinin anlamı da aynı sürdürülebilirliğe dayanıyor. Bir tarafta yargı üzerinden baskı yaratarak susturma, diğer tarafta AB aracılığıyla sakinleştirme…   

Her zaman vurguladığımız gibi, sömürünün iyisi ya da kötüsü gibi ayrımlara giren, anti-kapitalist olmayan bir anti-emperyalist mücadele emekçilerin, işçi sınıfının çıkarlarına hizmet etmez.