Demek istediğim şudur: 23 Temmuz 1908'in yalnızca bir avuç yurtsever subayın, bir avuç aydının marifeti olduğu fikri eksiklidir. İttihat ve Terakki’nin arkasında hiç de küçümsenmeyecek bir halk desteğinin olduğu unutulmamalıdır.

'Maestro çal Marseyezi'

Çeteciliği Bulgar, Sırp, Arnavut çetelerini kovalarken öğreniyorlar. Öğrendiklerini Abdülhamid despotizminin yıkılması için uyguluyorlar. İlkin Resneli Niyazi çıkıyor çeteye. 3 Temmuz 1908’de Cuma namazı çıkışında yanına kattığı asker/sivil 200 kişilik bir grupla  Alay’ın cephaneliğini basıyor. Sonra Eyüp Sabri… Sonra Enver… İttihat Terakki Merkez Komitesi genel ayaklanma kararını 22 Temmuz toplantısında alıyor. Sloganları: Eşitlik, kardeşlik, adalet oluyor. Fransız Devrimi’nin sloganıdır… Niyazi, Eyüp Sabri, Enver Makedonya’da Meşrutiyet’i ilan ediyorlar. Tarih, Türk Jakobenleri olarak not düşüyor.

Genel olarak söylenilen; Abdülhamid’in tekçi İstibdat düzenini, bir avuç gözü kara asker/sivil aydının Fransız Devrim’inden aldıkları ilhamla yukarıdan aşağıya zor kullanarak yıktığı ve yeni düzenin kuruluşunda halkın duyarsız, ilgisiz ve katkısız kaldığı yönündedir.   

Yani bir yanda modernleşme yanlısı asker/sivil bürokratlar var, öte yanda Abdülhamid’in yozlaşmış, çürümüş hafiye düzeni ve Saray çevresine tünemiş çıkar şebekesi…Tamam. Amenna… Ancak  genel olarak tarih yazımında hakim olan bu düşünce doğrunun yalnızca bir parçasıdır ve 1908 Devrimi’nde taraflar bunlardan ibaret değildir.

Tarih yazımında hakim olan bu yaklaşım, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gücünü, halkla olan irtibatını ve örgütlülüğünü küçümsemek; 1908’i hazırlayan, onu önceleyen özelikle de Anadolu’da ortaya çıkan toplumsal hareketleri yok saymak anlamına gelmektedir. 

Bu kısa girişten sonra, şimdi, 1908 Devrimi'nin toplumsal tabanını ve karakterini anlamak için Anadolu’da devrim öncesinin son iki yılına bakmayı öneriyorum.

Kastamonu’dan başlıyorum:

Halkımız kendinden olmayanlara  güzel isimler buluyor. İstanbul’dan sürülen ve Osmanlı coğrafyasının dört bir yanına dağıtılan  Abdülhamid karşıtlarına, İttihatçılar anlamına geliyor, Kastamonuluların yakıştırdığı isim ne biliyor musunuz: Menfiler… Biliyorum olumsuzluk yüklü bir sözcük ama baktım sözlüğe ikinci bir anlamı daha var: "sürgün edilenler"… Bunlar Kastamonu sürgünleri ve burada ikamete mecbur kılınmış “müzmin” muhalifler. Aralarında subaylar olduğu gibi, belediye çalışanları, defterdarlık memurları, hatta din görevlileri de var. Kastamonu’nun sürgün yeri olması nedeniyle bu türden olanların sayıları çokça ve topuna birden “Menfiler” diyoruz. 

Menfiler bildiğiniz örgüt. İttihat ve Terakki’nin Kastamonu şubesi olarak çalışıyorlar. Sonraki sürgün yerleri çoğunlukla Fizan oluyor. Alışıklar ve rahatlar. Biliyorlar ki Fizan’dan ötesi yok.

“Şube” deyince, İttihatçıların örgütlenme tarzıdır, birkaç cümleyle de olsa değinmem gerekiyor: İttihatçılar iki türden şube oluşturuyor. İlki doğrudan merkezin güvenerek  görevlendirdiği  kişilerin kurdukları olurken; ikincisi menfilerin gönderildikleri yerlerde inatla menfiliklerini  sürdürerek kurdukları şubeler oluyor.

Kastamonu şubesini menfi türünden sayıyoruz.   

Ekonomik olarak köşeye sıkışan İstanbul Hükümet’i 1906 yılının başında iki yeni vergi türü icat ediyor. Daha doğrusu biri eskiden de var olan Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu, bunun miktarını arttırıyor. Diğeri yeni icat Şahsi Vergi…Önce halk surat eğip lahavle çekiyor o kadar. Ancak menfiler, hani her şeye menfiler ya, hareketleniyor ve hareketlendiriyorlar. Hareketlendirilenler vergilerin kaldırılmasını istiyorlar. Çok kısa bir zamanda Kastamonu İstanbul’a asi oluyor…

İlkin dört beş bin kişiye yakın bir kalabalık; bunları Mehmet Serhat Yılmaz’ın “İkinci Meşrutiyet Öncesi Kastamonu’da Bir Ayaklanma Girişimi, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, sayı 30”dan okuyup özetliyorum ve devam etmeden önce küçük bir parantez, telgrafhaneler hep önemli olmuştur. Merkezle bağlantıyı sağlıyor. Hattın bir ucunda hükümet varsa bağlantıyı kesmek gerekiyor. Parantez bu kadar ve devam ediyorum; Menfilerin başını çektiği kalabalık telgrafhaneyi basıp hattı ele geçiriyor. Yerel yönetimin hükümetle olan bağlantısını kesiyor.

Bu arada belediye seçimleri var. Seçimler boykot ediliyor. İşin içinde tabiî ki Menfiler var. Boykot gerekçesini adını andığım yazıdan aktarıyorum:   

“Belediye seçimleri, Kastamonu’da mevcut düzene karşı duyulan hoşnutsuzluğun dışa vurulmasında bir fırsat olmuştu. Hükümet alışılageldiği üzere belediye meclisi üyelerinin seçimi için köşe başlarına, cami duvarlarına ilanlar asmıştı. Fakat Kastamonu halkı, vergilendirme ve harcamalar üzerinde hiçbir denetimleri olmadığını, bu nedenle de seçimin anlamını kaybettiği gerekçesiyle seçimleri boykot etti.”  

Ocak ayındayız. Havalar soğuk gidiyor. Halk, polis ve asker kuşatması altında sokaklarda ve sokaklarda gür ateşler yakıyorlar. Bir süre sonra asker, polis ve halk ateşin etrafında birlikte yer tutuyor. Isınıyorlar…  

İstanbul olan bitenden haberdar. İstanbul, diğer şehirlerin Kastamonu’yu örnek alacağından, isyanının başka şehirlere sıçramasından korkuyor. Ve sıçrıyor: Trabzon, Bitlis, Van, Sinop…Ayaklanmalar başlıyor. Hareketi yönetenlerin Menfiler olduğu anlaşılıyor. Sinop’ta birkaç bin kişilik bir grup, önce telgrafhanenin basılması gerektiğini öğrendiler ya, telgrafhaneyi basıyorlar. Kaymakamı biraz da tartaklayarak İstanbul’a kalkan bir geminin yük ambarına tıkıp yolcu ediyorlar. İstanbul’a asi oluyorlar.

Ve Erzurum…

Erzurum ayaklanması diğer şehirlerle karşılaştırılamayacak kadar kitlesel, örgütlü ve politiktir. Kendilerine, İttihatçı inadının bir ifadesi olmalı, “Can- verir” adını uygun görmüşlerdir. İttihat Terakki’nin Erzurum şubesidir. Petrosyan’ın “Sovyet Gözüyle Jöntürkler” kitabından aktarıyorum:

“İstanbul’daki Rus Büyükelçisi Zinovyev, Kafkasya’da doğup başlayan ihtilalci hareketler, geçen yıl, Erzurum ilinde etkisini gösterdi diye yazıyordu. Halkın çeşitli tabakalarının oluşturduğu Can-verir adlı örgüt, yönetim yetkilerinin kötüye kullanılmasını önleme ve batmış durumundaki halkın ödediği çok ağır vergilerin kaldırılmasını sağlamak amacıyla, gerek bölge yönetimine, gerekse Osmanlı hükümetine karşı giriştiği savaşı yavaşlatmadı. Bu örgütün yanı sıra, halkın çoğunluğunca çeşitli grupların propagandaları ordu içinde bile sızıp yayıldı…”

Erzurumlular ilkin büyük bir gösteriyle valinin görevden alınmasını istiyorlar. Artık diğer şehirlerden öğrenmişler, biliyoruz, telgrafhanenin işgalini bekliyoruz. Ancak onlar ilkin okulları kapatıyorlar, ardından çarşı esnafı kepenkleri indiriyor. Şimdi sırası olmalı Müslüman, Hıristiyan yani bütün bir ahali, yani halk; işçi, esnaf, memur telgrafhane basılıyor. Telgrafhane Müdürü ve aynı zamanda “Can-veren” örgütü üyesi olan Suphi Bey Vali Nazım Paşa’nın İstanbul’a bağlı özel hattını kesiyor. Artık kontrol tamamen ittihatçıların elindedir.

Vali Erzurum Müftüsü'nden halkı yatıştırması için “dini telkinlerde” bulunmasını istiyor ancak Müftü “menfi” takımından olmalı ki, valinin bu isteğine yanaşmadığı gibi asileri haklı görüp onların yanında saf tutuyor. “Müftünün bu “bağışlanmaz” hallerini Hikmet Bayur’un Türk İnkılabı kitabından okuyup öğreniyoruz. Yalnızca Müftü olsa emre uymayan, ne devlet! Erzurum’da konuşlanmış olan askeri birlikler de halka müdahale emrini tanımıyorlar. Bir bölümü göstericilere katılırken bir bölümü de sessizce kışlalarında bekliyor. Bu arada işgalciler İstanbul’u telgraf yağmuruna tutuyor. Haddinden fazla telgraf çekiliyor. Çok hoş, parasını tüccar ödüyor. Durumun hiç de parlak olmadığını gören İstanbul Erzincan’da bulunan Dördüncü Ordu’yu isyancıların üstüne salmak istiyorsa da ordu komutanı Müşir Çerkes Mehmet Zeki Paşa subayların isteksizliğini görerek emri uygulamıyor. Bir de şu var ve pek güzel, notlarımız arasına dahil edilmeli; İttihat Terakki’nin Paris merkezi Mehmet Zeki Paşa’ya davranışından ötürü kutlama mesajı gönderiyor.

Çaresiz kalan İstanbul salmış olduğu her iki vergiyi de kaldırmak zorunda kalıyor. İttihatçıların marifetidir. 

Örnekleri çoğaltabilirim. Bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Demek istediğim şudur: 23 Temmuz 1908'in yalnızca bir avuç yurtsever subayın, bir avuç aydının marifeti olduğu fikri eksiklidir. İttihat ve Terakki’nin arkasında hiç de küçümsenmeyecek bir halk desteğinin olduğu unutulmamalıdır.

Şimdi Selanik’teyiz…

Beyaz Kule Kahvesi… Orkestra şenlikli parçalar çalmaktadır. Meşrutiyetin ilan edildiği haberi ünlü ittihatçı Binbaşı Naki Bey’e ulaşır. Naki Bey oturduğu yerden kalkar ve orkestrayı susturur, 23 Temmuz 1908 Devrimi’ni Fransız Devrimi’nin marşıyla selamlar: Maestro çal Marseyezi!