İstenen, restore ve rehabilite edilmiş bir kapitalizmdir, istenen düzenin bekasının yeniden tesis edilmesi ve liberal ajandanın yoluna devam edebilmesidir. 

Liberalizm: İktidarda ve muhalefette

1632-1704 yılları arasında yaşayan İngiliz filozof John Locke, liberalizmin kurucusu olarak bilinir. Locke’un siyaset felsefesinin merkezinde “sınırlandırılmış devlet” fikri bulunur; Locke’a göre yöneticiler keyfi olarak hareket etmemelidirler, icraatlarının hukukla ve yasalarla sınırlandırılması gerekir. 

Peki Locke neden sınırlandırılmış bir devlet istemektedir, asıl sorulması gereken soru budur.  

Çünkü Locke, yaşadığı dönemdeki yükselen yeni sınıfın, yani burjuvazinin düşünsel temsilcisidir. İngiltere’de yaşanan kapitalist gelişme, beraberinde yeni bir sınıfı, burjuvaziyi ortaya çıkarmış; para kazanan, servet biriktiren bu yeni sınıf, istediğini yapma kudretine sahip krala karşı parasını, servetini nasıl koruyabileceği üzerine kafa yormaya başlamıştır. Yani özel mülkiyet artık dokunulmazlık arayışındadır ve bunun için de bulunan çözüm, hukuk ve yasa olmuştur. 

Locke daha da ileri gider ve devletin sınırlandırılması fikriyle yetinmez, aynı zamanda devletin varlık nedeninin mülkiyeti korumak olduğunu söyler; mülkiyet hakkı doğal bir haktır ve devlet bu hakka dokunamaz, bilakis onu korumakla yükümlüdür. 

Dolayısıyla, kapitalizm açısından anayasa da, hukuk da, demokrasi de, devletin sınırlandırılması da özel mülkiyetle araçsal bir ilişki içerisindedir; tüm bunlar, yükselen burjuvazinin monarşi karşısındaki siyasal mücadelesiyle ve kazandığı parayı, edindiği serveti koruma arzusuyla doğrudan bağlantılıdır. 

Peki bu ne anlama gelir? Bunun anlamı, kapitalizmle demokrasi arasında liberaller tarafından kurulan varoluşsal ilişkinin, yani kapitalizmin demokrasi, demokrasinin ise kapitalizm olmadan yaşayamayacağı iddiasının bütünüyle yanlış olduğudur. Kapitalizm için önemli olan mülkiyetin korunmasıdır ve zaten burjuvazi, burjuva devrimleri sonrası iktidarı aldığında, işçi sınıfına karşı yaptıklarıyla, demokrat olmadığını çok net bir şekilde göstermiştir; demokrasi ise esas olarak sınıf mücadelelerinin ve ezilen sınıfların hak arayışlarının bir ürünüdür. 

Yani bugünkü batı demokrasilerine bakıldığında görülmesi gereken şey, kapitalizmin özü itibariyle demokratik bir nitelik taşıdığı ve bu nedenle de burjuvazinin demokrasiyi inşa etmiş olduğu değil, demokrasinin emekçilerin siyasal ve sosyal hakları için verdikleri mücadelelere bağlı olarak geliştiğidir.

Genel oy hakkından çalışma saatlerinin sınırlandırılmasına, fikir özgürlüğünden sosyal güvenliğe uzanan bir genişlikte, bugün insan ve yurttaş hakları kapsamında görebileceğimiz ne kadar hak ve özgürlük varsa, bunların hiçbiri kapitalizm ve burjuvazi tarafından yukarıdan bahşedilmemiş, hepsi büyük ve zorlu toplumsal mücadelelerin neticesinde elde edilmiştir; görmemiz, bilmemiz gereken şey budur.  

Liberalizmin zayıflığı? 

Türkiye siyasetinde liberalizmin tarihsel olarak zayıf ve güçsüz olduğu yönündeki iddia bizzat liberaller tarafından söylenen ideolojik yalanlardan biridir. Bu ülkede kendisine “liberal” diyenlerin sayısı azdır, kendisini “liberal” olarak adlandıran güçlü herhangi bir siyasi akım da mevcut değildir doğru ama buradan Türkiye liberalizminin etkisiz bir fikir akımı olduğu anlamı çıkmaz. 

Aksine, kapitalizmi meşrulaştırmanın ideolojisi olarak liberalizm, Türkiye’de başından beri hegemonik bir karakter taşımış, merkez sağdan merkez sola, milliyetçilikten İslamcılığa ve bunlarla kıyaslandığında daha az olmakla birlikte sosyalist sola da uzanan bir genişlikte, farklı ideoloji ve akımlar üzerinde etkili olmuştur. 

2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’yi Amerikan yörüngesine sokan, IMF, Dünya Bankası üyesi yapan, devletçilikten vazgeçen, kalkınma ve sanayileşme hedeflerini bir kenara atan CHP bunları elbette ki liberal bir yönelimle yapmıştır. 1950’lerin piyasacı Demokrat Parti’si ve Menderes’i elbette ki liberaldir. 1960’larda Demirel “vatandaşa plan değil pilav lazım” derken elbette ki liberal saiklerle hareket etmektedir. Türkiye ekonomisinin liberalleştirilmesi 12 Eylül darbesiyle mümkün olmuştur, darbeciler bu anlamıyla elbette ki liberaldir. Darbeyle liberalizme açılan Türkiye ekonomisini yıllarca liberalliğini kimsenin inkâr edemeyeceği Özal yönetmiştir. Türkiye’de düzenin krize girdiği 90’lı yıllarda çözüm olarak “devletin küçültülmesi” gösterilmiş, medyada, akademide, düşünce dünyasında demokratikleşme ile piyasa ekonomisi arasında doğrusal bir bağ kurulmuştur.  

Ve AKP iktidarı, açıkça liberalizmin Türkiye’de kurduğu hegemonyanın büyük katkılarıyla, liberal bir söylem eşliğinde iktidara gelmiş, rakiplerini ekarte edip devletleşirken de yine liberal retoriğe başvurmuş, rejim inşasını “demokratikleşme” iddiası üzerinden temellendirmiştir. Dahası, Özal’ın yarım bıraktığı işi tamamlamış, özelleştirmelerle, taşeron ve güvencesiz çalışmayla, despotik emek rejimiyle ve dinselleşmenin yardımıyla Türkiye’yi sermaye için bir cennet bahçesine dönüştürmüştür.  

Velhasıl, liberalizm Türkiye’de zayıf bir ideoloji değildir; sermaye düzenini, piyasa ekonomisini ve özel mülkiyeti meşrulaştıran, bunları biricik ve değiştirilemez olarak gösteren, bunlar olmadan demokrasinin mümkün olmayacağını iddia eden bir dünya görüşü olarak, siyaset üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir. 

Çok basit bir örnek vermek gerekirse, günümüz Türkiye’sinde toplumun büyük çoğunluğuna demokrasi olmadan Türkiye’ye yabancı sermayenin, yatırımcının gelmeyeceği ve Türkiye ekonomisinin yaşadığı krizin gerisinde iktidarın otoriterleşmesinin bulunduğu, adeta bir ezber olarak öğretilmiştir. Oysa, kapitalizmin geçmişte ve bugün, otoriter, askeri hatta faşist rejimlerle gayet iyi ilişkiler yürüttüğü, istediği şeyin demokrasi ya da hukuk devleti olmadığı, kapitalizm açısından önemli olanın mülkiyet dokunulmazlığı ve öngörülebilirlik olduğu açıktır. Böyle olmasına rağmen, liberal hegemonya, kapitalizmin demokrasiye ihtiyaç duyduğu ve demokratikleşmenin yolunun kapitalizmden geçtiği iddiasını yaygın bir söylem haline getirmeyi başarmıştır.

Başka bir örnek ise merkez bankasına dair tartışmalar üzerinden verilebilir. İktidarın bankaya ve faiz oranlarına süreklileşmiş müdahalesi, muhalefetin “bağımsız merkez bankası” söylemini güçlendirmiş, merkez bankalarının bağımsızlığının demokrasilerin olmazsa olmazı olduğu yönündeki liberal iddia, genel bir kamuoyu kanaatine dönüşmüştür. Oysa “bağımsız” merkez bankaları, kamu yararını ve halkın çıkarlarını değil, sermayenin çıkarlarını gözetirler ve bu anlamda sermayeye bağımlıdırlar. Dolayısıyla savunulması gereken, kamucu ve halkçı bir iktidar ve halkçı-kamucu ekonomi politikaları izleyen bir merkez bankası iken ve zaten aslında demokratik olan da bu iken, liberal hegemonya sayesinde “bağımsız merkez bankası” fikri topluma yerleştirilmiştir. 

Ve aynı liberalizm bugün, iktidar partisinin ekonomiye yönelik müdahaleleri üzerinden Türkiye’de piyasa ekonomisinin yürürlükte olmadığını, neoliberal bir programın uygulanmadığını ve hatta AKP’nin sosyalist bir parti olduğunu öne sürebilmekte, topluma bu kanıyı yerleştirmek için ciddi bir mücadele vermektedir.

Devlet müdahalelerinin hangi sınıfın yararına olacak şekilde gerçekleştirildiğini bilerek göz ardı eden, AKP iktidarıyla sermaye arasındaki ilişkilerin üzerini örten, “kayırma ekonomisi” üzerinden yeni bir sermaye sınıfı yaratılmasına bakarak iktidarın neoliberal ajandasını yok sayan bu bakış açısının esas derdi ise elbette ki AKP-sonrası Türkiye için yapılan hazırlıktır. 

Liberal restorasyon 

Düzen muhalefeti, AKP-sonrasını bir kapitalist restorasyon dönemi olarak görmekte, IMF ve Dünya Bankası ile yeni anlaşmalara, yeni özelleştirme ve kemer sıkma programlarına, “yapısal reformlar”a hazırlanmaktadır. Tüm bunlar ise Türkiye kapitalizminin rehabilitasyonu ve restorasyonu anlamına gelmektedir. Bu sürecin toplumsal ve siyasal meşruiyeti liberal söylem üzerinden kurulmak istenecek, AKP’nin aslında liberal olmadığı, krizin nedeninin izlediği devletçi ve hatta “sosyalist” politikalar olduğu söylenecek ve bu sayede kapitalizm aklanacaktır. 

Düzen muhalefetinin bütün unsurlarına sızmış bir akım olarak Türkiye liberalizminin taşıdığı sınıfsal karakter, liberallerin güncel hadiselere verdikleri tepkilere bakarak anlaşılabilir; bu ise AKP-sonrası Türkiye’ye liberalizmin damgasını vurması halinde neler yaşanacağına dair ciddi ipuçları vermektedir.

Liberaller, şu son süreçte “beşli müteahhit çetesi”ne yönelik kamulaştırma söylemine net bir şekilde karşı çıkmışlar, asgari ücretteki 500 TL’lik artışı ekonominin gerçeklerine aykırı bulmuşlar, belediyelerin ve kimi fırınların ucuz ekmek satmasının rekabete aykırı olduğunu söylemişler ve salgına rağmen devletin sağlık harcamalarına yaptığı katkıya ve sağlık hizmetlerinin bir kamu hizmeti olarak verilmesine karşı çıkmışlardır. 

Elbette ki AKP-sonrası Türkiye’de doğrudan iktidara gelenler liberaller olmayacaktır ama liberal hegemonya iktidara gelenlerin icraatlarını doğrudan biçimlendirecektir; dolayısıyla liberalizmin güncel hadiselere verdiği tepkilere bakarak düzen muhalefetinin iktidardaki icraatlarını şimdiden kestirebilmek mümkün hale gelmektedir. İstenen, restore ve rehabilite edilmiş bir kapitalizmdir, istenen düzenin bekasının yeniden tesis edilmesi ve liberal ajandanın yoluna devam edebilmesidir. 

Tam da bu nedenle, Türkiye’de mücadele edilmesi gereken tek şey “rejim” değildir; “rejimle mücadele” adı altında düzeni makyajlayarak toplumun önüne yeniden getirenlerle de, yani liberalizmin ajandasıyla da mücadele edilmesi gerekmektedir. Eğer sahte değil gerçek bir “düzen değişikliği” isteniyorsa, eğer gerçek anlamda eşitlikçi, halkçı, kamucu bir düzen isteniyorsa, yapılması gereken budur.