İktidar kendi bekasıyla sermaye düzeninin bekası arasında varoluşsal bir ilişki olduğunun farkındadır ve dolaşıma sokulan 'reform' söylemi de doğrudan bununla bağlantılıdır.

Küresel kapitalizm, hız ve sermaye vesayeti

Son kırk yıla damgasını vuran küreselleşme olgusu için “nedir” diye sorsak, en veciz yanıtlardan birini David Harvey’e atıfla verebilir ve “zaman-mekân sıkışması” diyebiliriz. Küreselleşme, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişimiyle birlikte, sermayenin gezegen ölçeğindeki dolaşım hızının astronomik ölçülerde artışına işaret eder. 

Sermaye, küreselleşme çağında, Londra borsasından Tokyo borsasına dünya piyasalarında ve hisse senetlerinden devlet tahvillerine uzanan bir genişlikte, bir bilgisayar ya da akıllı telefon marifetiyle, günün 24 saati adeta ışık hızında dolanmaktadır.  

Neo-liberalizm ise bu dolaşım sürecinin pürüzsüz bir şekilde işleyebilmesi için yapılan düzenlemeler bütününün adıdır. Ulus-devletin bariyerleri, gümrük duvarları, vergiler, parlamenter karar alma süreçleri, kamu mülkiyeti, sendikalar, işçi örgütleri, yargı denetimi, bürokrasi… Bunların hepsi aşındırılmalı ve zayıflatılabilmedir ki, sermaye pürüzsüz bir uzamda, akışkan bir şekilde ve en yüksek hızda hareket edebilsin. 

Küresel kapitalizmin hız tutkusunun politik çıktılarından biri, parlamenter sistemin sermayenin gözünden düşüşü ve “güçlü yürütme” ya da “başkanlık” arayışlarıdır. Parlamento sözcüğünün kökeninde “konuşmak” vardır, parlamentoda kararları konuşarak, istişare ederek alırsınız, kanun yapma süreci uzun bir süreçtir. Oysa küresel kapitalizm çağında sermaye, siyasetin de kendisine ayak uydurmasını ve hızlı kararlar vermesini ister; kanunların uzun uzun parlamentoda tartışılmasına, cumhurbaşkanı tarafından onaylanmasına, anayasal denetime sunulmasına tahammülü yoktur. 

Bu yüzden de son kırk yılın tarihi, aynı zamanda kanunların yerini hükümetler tarafından çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin almasının, yürütmenin yasama ve yargı aleyhine güçlenmesinin, parlamenter sistemlerin gözden düşüşünün tarihidir. 

Tam da bu nedenle, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini, Türkiye’nin kararnamelerle yönetiliyor oluşunu, parlamentonun hükümsüz hale gelişini ve anayasal yargının silikleşmesini Türkiye’nin sermaye düzeninden ayrı tutamazsınız. Başkanlık ve güçlü yürütme, açık bir şekilde sermaye düzeninin bir çıktısıdır.

Ve tam da bu nedenle, Türkiye’nin kararnamelerle yönetiliyor oluşuyla sipariş taşıyan bir motosiklet kuryesinin ölümü arasında doğrusal bir bağlantı vardır. İkisi de hızla ilgilidir. Birinde kararların hızlı alınması, diğerinde siparişin hızlı bir şekilde müşteriye ulaştırılması gerekmektedir ve ikisini de belirleyen şey sermayenin hız tutkusu, hıza duyduğu ihtiyaç, yani sermayenin işleyiş mantığıdır. 

Para ve ürünlerin piyasayı ve pazarları hızlı bir şekilde dolaşması, yemeklerin hızlı yenmesi, siparişlerin hızla yerine ulaştırılması, kararların hızlıca alınması… Hepsi birbiriyle bağlantılıdır ve elbette ki hepsi sınıfsaldır.

Mevcut sermaye birikim modelinde denizin bittiği ve döviz bağımlısı Türkiye ekonomisinin hızla uçurumdan aşağıya yuvarlanmakta olduğu fark edilince “reform” söyleminin devreye sokulması, bunun için de önce TÜSİAD’la, sonra da diğer sermaye örgütleriyle görüşülmesi -dünyaya sınıf körlüğüyle bakanlar şaşıracaklardır belki ama- bir tesadüf değildir; çünkü az önce söylemiş olduğumuz üzere güçlü yürütme de başkanlık sistemi de birer sermaye projesidir.

Evet, düzenin mantığıyla AKP’nin rejim inşa etme mantığının çeliştiği, karşı karşıya geldiği yerler olmuş, iktidarla sermaye arasındaki ilişkide gerilim ve tansiyon zaman zaman yükselmiştir ama bunlar esas olguyu görmemize engel değildir: AKP iktidarı eninde sonunda bir sermaye iktidarıdır ve sermaye düzeninin kendisine çizdiği sınırların dışına çıkabilmesi mümkün değildir. 

Dolayısıyla “reform” denilen şey de eninde sonunda sermaye düzeninin restore edilmesi, içeride ve dışarıda sermayeye yeni değerleme alanları yaratılması, bunun için ücretlerden çalışma saatlerine, kıdem tazminatından esnek çalışmaya, emeğin haklarının gasp edilmesi anlamına gelecektir. 

Tüm bunların yapılabilmesi için ise ittifakların bozulmasına, demokratikleşmeye, açılım yapmaya, hukuk devletine vs. gerek yoktur; bunlar makyaj olarak sürece dâhil edilebilirler ama esas mesele sermaye düzeninin bekasıdır. İktidar kendi bekasıyla sermaye düzeninin bekası arasında varoluşsal bir ilişki olduğunun farkındadır ve dolaşıma sokulan “reform” söylemi de doğrudan bununla bağlantılıdır.

İktidarın sözde muhaliflerinin her yerde “vesayet” görürken, sadece sermaye vesayetini görmemeleri ise elbette ki manidardır. Karşımızda 18 yıldır iktidarda olan, devletleşmiş, rejim inşa etmiş ve sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir parti vardır ama liberaller Türkiye’yi öznesi değişmekle birlikte hiç bitmeyen bir vesayet rejimi üzerinden okumakta ısrar etmektedirler. Bu okuma biçiminde özne sermaye ya da Erdoğan ve AKP değildir de önce asker, sonra Cemaat, ardından Ergenekon ve şimdilerde de MHP’dir. 

Bu bakış açısının dile getiril(e)meyen ama alttan alta sezdirilen mantıki uzantısı ise aslında şöyledir: İktidar demokratikleşme istemektedir, reform istemektedir, ekonomiyi düze çıkaracaktır, Kürt sorununu çözecektir vesaire ama işte şu vesayet odakları bir türlü buna izin vermemektedir. Hâlbuki Erdoğan, hâlbuki AKP, şu vesayet odaklarından bir kurtulabilse, liberallerimiz, muhaliflerimiz, Erdoğan’ı şu vesayetten bir kurtarabilseler, her şey çok güzel olacaktır.

Son iki haftada yazılan çizilenlere, AKP-İYİP ya da AKP-CHP ittifakı ihtimali üzerinden yapılan analizlere bakın, hepsinin alt metninde, bunları yazanların hepsinin bilinçaltında bu vardır: Uzlaşma, kucaklaşma, barışma, yani esas olarak Erdoğan tarafından tekrar sevilme, tekrar muhatap alınma, istenen, arzu edilen tam olarak budur. 

Bunu arzu edenler ise az önce söylediğim üzere, Türkiye’ye baktıklarında “vesayet”in her türünü görürken, gerçek vesayeti, yani sermayenin vesayetini görmemekte, hatta bu vesayeti gizlemeye çalışmaktadırlar. 

Bu “muhalefet” biçiminin sermaye düzeniyle ve onun Türkiye’yi getirdiği yerle, işsizlikle, yoksullukla, hayat pahalılığıyla özsel bir derdi yoktur. Bu muhalefet biçiminin, kıdem tazminatının gaspından güvencesiz ve esnek çalıştırmaya, asgari ücretin altındaki sefalet ücretinden dinselleşmeye, iktidarın izlediği politikaların hepsinin sermayenin programı oluşuna gözleri kapalıdır. 

Bu yüzden bu “muhalifler”, TÜSİAD’ı bir sivil toplum kuruluşu olarak görmekte, sermayeden demokrasi mücadelesi beklemekte, soyut ve kıymeti kendinden menkul bir demokrasi kavrayışının peşinde koşup durmaktadırlar. 

Oysa bugün Türkiye, salgının ifşa ettiği ve izlenen salgın politikalarının gösterdiği üzere, İslamcı-kapitalist bir distopyanın tam ortasındadır ve patronların kendi programlarının iktidarda oluşundan doğal olarak herhangi bir şikâyeti bulunmamaktadır. 

Köleleştirilmiş emekçilerin virüse maruz kalma pahasına sabahın köründe fabrikaların, atölyelerin, ofislerin, bankaların, iş yerlerinin yolunu tuttukları, sefalet ücretiyle uzun saatler çalıştıkları, akşam eve kapanmaya mecbur bırakıldıkları, grevlerin kararnamelerle yasaklandığı, sendikaların etkisizleştirildiği, işçilerin önüne polis ve jandarma barikatlarının dikildiği, okulların kapalı ama kuran kurslarının, camilerin ve AVM’lerin açık olduğu, tarikat ve cemaatlerin devlet aygıtını parsellediği, sokağın sözcüğün her anlamında suç haline geldiği bir distopyadır karşımızdaki. 

Ve eğer distopyalar aynı zamanda insanın hafızasını biçimlendiriyor, unutmayı bir iktidar teknolojisi haline getiriyorlarsa, bize bugün unutturulmak istenen şey tam olarak şudur: “Hiçbir distopyadan soyut, içeriksiz demokrasi arayışlarıyla da, sadece seçim sandığıyla da çıkış imkânı yoktur, olmamıştır.” 

Tam da bu nedenle, piyasanın ve dinciliğin cenderesinden hakiki bir çıkış arayanların, bakması, araması, yüzünü dönmesi, üzerine düşünmesi gereken bambaşka şeyler vardır.