Türkiye’de giderek sıkışan sadece iktidar/rejim değil aynı zamanda düzendir, yani Türkiye kapitalizmidir.

Krizin derinleşmesi, 'kendiliğinden çökecekler'in reddi

İşe yarar mı bilinmez ama Biden’dan gelecek bir telefon uğruna önce Borsa İstanbul’un ve ardından da Varlık Fonu’nun yöneticilerinin kelleleri gitti. 

İktidar o telefona muhtaç, çünkü tüm o hamaset edebiyatının, ABD’ye kafa tutma yalanlarının, anti-emperyalizm masallarının ötesinde, Türkiye bizzat iktidar eliyle emperyalizme çok daha bağımlı hale getirilmiş ve geçmişe nazaran hem siyasi hem iktisadi olarak daha kırılgan, krizlere çok daha açık bir ülke durumunda bugün. 

Biden’ın başkan seçilmesine paralel bir şekilde ilerleyen “reform” süreci, bu kırılganlığın yaratabileceği sonuçların farkındalığıyla başlamış, damadın bakanlıktan “affıyla” ve yeni ekonomi yönetimine eşlik eden “reform” söylemiyle birlikte piyasalarda bir iyimserlik havası esmişti çok yakın zamanda. 

Döviz kurundaki düşüşün beslediği hayaller, ülkeye sıcak para girişinin hızlandırılmasıyla kurun daha da aşağıya doğru çekilmesi ve bunun hem enflasyondaki hem faiz oranlarındaki düşüşü tetiklemesiydi. Böylece ekonomik krizin etkilerinin hafifletilebileceği, hayat pahalılığındaki artışın kısmen önlenebileceği ve borçlanarak da olsa tüketim olanaklarının yeniden artırılabileceği düşünülüyordu.  

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Sadece yeni ABD yönetiminin bir “terbiye etme” metodu olarak AKP iktidarıyla henüz iletişime geçmemiş olması nedeniyle değil, küresel ekonomideki kimi gelişmeler nedeniyle de iktidarın hesapları alt üst oldu. 

Öncelikle, ABD ekonomisindeki enflasyon artışı beklentileriyle birlikte Amerikan tahvillerinin faizleri yükseldi, bu da Türkiye’deki dolar fiyatlarını etkiledi ve kur yeniden yükselişe geçti. Dolayısıyla damadın gidişiyle başlayan düşüş trendinin sürekli olmadığı görüldü.

İkincisi, dünya ekonomisindeki pandeminin de tetiklediği durgunluk petrol fiyatlarını bir süre öncesine kadar adeta dibe vurdurmuşken, fiyatlar şimdi tekrar yükselme eğilimine girdi. Bunun Türkiye gibi petrol ithalatçısı ülkelerde hem dış açığı artırması hem de fiyatlar genel düzeyinde bir yükselişe sebep olması, yani enflasyonu artırması kaçınılmaz. 

Ve üçüncüsü, yanlış tarım ve gıda politikaları nedeniyle uzunca bir süredir gıda fiyatları Türkiye’de zaten artıyorken, şimdi buna bir de gıda fiyatlarının küresel ölçekteki artışı eklendi. Son dokuz aydır dünyada gıda fiyatları düzenli bir şekilde artıyor ve bu artışın da tıpkı petrolde olduğu gibi enflasyonu artırması kaçınılmaz. 

Tüm bunların iktidar ve Türkiye siyaseti açısından en önemli sonucu, “siyasi riskleri” ve batıyla yaşanması muhtemel yeni krizleri de dâhil ederek söyleyecek olursak, Merkez Bankası’nın daha uzunca bir süre faiz indirimine gidemeyecek ve hatta faizleri artırmaya mecbur kalacak oluşu.

Peki bu, iktidar ve Türkiye siyaseti açısından nasıl bir önem taşıyor, anlatmaya çalışalım. 

Faizlerin yüksek olduğu bir ekonomi, durgunluğun damga vurduğu, kredi/borçlanma maliyetlerinin yükseldiği ve dolayısıyla hem yatırım hem de tüketim yapmanın daha zor olduğu bir ekonomi demektir. Yatırımların artmaması ya da azalması ise eninde sonunda daha çok işsizlik anlamına gelir. Yani önümüzdeki süreçte iktidarın yapay birtakım yöntemler dışında istihdamı artırabilme ihtimali yoktur ve bunun özellikle genç işsizliği oranı düşünüldüğünde ciddi sonuçları olacaktır. 

Faizler bu kadar yüksekken, insanlar geçmişte banka kredisi/borçlanma yoluyla da olsa ulaşabildikleri tüketim olanaklarına eskisi gibi ulaşamazlar, çünkü tüketim düzeyinin aynı kalması için dahi eskisine nazaran daha çok borç faizi ödemek gerekir. Bu da açlık ve yoksulluk sınırının ne olduğunu herkesin bildiği bir ülkede borçlanarak ayakta kalabilen milyonların hayat şartlarının daha da kötüleşmesi anlamına gelecektir. 

Ve ayrıca faizlerin bu kadar yüksek olduğu bir ekonomide, o ekonomi aynı zamanda inşaat üzerine kurulmuşsa, konut satışlarının düşeceği, yani ekonominin lokomotifi olarak görülen sektörde de çarkların yavaşlayacağı ya da duracağı açıktır. 

Dolayısıyla Türkiye’de kısa ve orta vadede ekonomiyi bekleyen şeyin daha çok enflasyon ve daha fazla işsizlik olduğu çok net bir şekilde söylenebilir, bu ise krizin etkilerinin çok daha derinden bir şekilde hissedilmesi, açlığın ve yoksulluğun daha da derinleşmesi demektir. 

Peki -şimdilik diğer faktörleri bir kenara bırakarak soracak olursak- böylesi derin bir kriz ortamında gidilecek olan bir seçimi kazanmanın iktidar açısından “çantada keklik” olduğu iddia edilebilir mi? 

Eğer bu sorunun yanıtı hayır ise normal şartlarda bir “erken seçim”in gündemde olmaması beklenir. Daha önceki yazılarda da ifade ettiğim üzere, “siyasetin ekonomiye üstün gelmesini sağlayacak” birtakım yöntemlerle bir baskın seçime gidilmesi seçenek olarak iktidarın kafasında elbette vardır ama ekonominin görece toparlandığının düşünüldüğü ya da iyimserlik rüzgârlarının estirilebildiği bir atmosferde seçime gitmek kendileri açısından daha makul görünmektedir.

Ancak mesele elbette ki basitçe seçimlerin ne zaman yapılacağı meselesi değildir. Mesele, ekonomik krize çözüm üretemeyen ve dış politikada da hayli sıkıştığı bir konjonktürde, devletleşmiş ve rejim inşa eden bir partinin nasıl davranacağıdır.

Böylesi bir konjonktür, tüm o reform söylemlerinin ve insan hakları eylem planlarının makyaj niteliği dahi taşımayacağı ve daha şimdiden boşa düşmüş olduğu anlamına gelmektedir. Türkiye toplumuna iktidarın daha çoğunu vaat edebileceği tek şey, refah ya da demokrasi değil, sopadır, baskının derecesini daha da yükseltmektir artık. 

Yaklaşık yirmi yıldır iktidarda olan ve devletleşmiş, rejim inşasına devam eden bir parti, iktidardan inmemek, iktidarı vermemek için her şeyi yapacaktır ve “bekleyelim kendiliğinden çökecekler” siyaseti buna bilinçli bir şekilde görmezden gelmektedir. 

Ancak Türkiye’de giderek sıkışan sadece iktidar/rejim değil aynı zamanda düzendir, yani Türkiye kapitalizmidir. Çünkü düzen de artık topluma umut verememekte, bir gelecek vaat edememekte ve bu nedenle de giderek meşruiyetini yitirmektedir.

Kapitalizmin Türkiye’yi sanayileştirme, kalkındırma ve toplumsal refahı artırma ihtimali artık bütünüyle ortadan kalkmıştır. Türkiye kapitalist bir ekonomide örneğin genç işsizliğini sıfırlayamaz, refahı artırıp eşit bir şekilde dağıtamaz, yoksulluğu engelleyemez. Türkiye kapitalizmi tarımsal üretimi yükseltemez, gıda krizine doğru gidişatı durduramaz. 

Dolayısıyla bugün Türkiye’de sadece rejim değil düzen de bir sıkışmışlık içerisindedir ve bu ikisinin eş zamanlı krizi birbirinin krizini beslemekte, bu da hem insan hayatlarını büyük bir cendereye almakta hem de toplumsal çöküntüyü tetiklemektedir. 

Tablo hiç şüphesiz ki karanlık ve kötüdür ama her kriz aynı zamanda potansiyel olarak değişimi içerisinde taşır. Aynı anda hem rejimi hem düzeni karşısına alabilen, “kendiliğinden çökecekler” iddiasını reddeden, toplumdaki hoşnutsuzluğu ve öfkeyi doğru kanallara akıtabilen, halkın taleplerini halkla birlikte siyasal alana taşıyabilen bir siyaset, beklenmedik ölçüde hızlı bir şekilde güçlü bir aktöre dönüşerek sahnedeki yerini alabilir ve bir alternatif haline gelebilir. Zemin de gidişat da buna müsaittir.