Açıklanan önlemler kadar yapılan çeşitli yasal düzenlemeler, uygulamalara yansıyan kimi fırsatçılıklar ve ileriye dönük siyasi hesaplar yoksa krizden fırsat yaratma düşüncelerinin dışa vurumlarından mı ibaretti?

Kriz fırsatçılıkları

Hafta sonları sokağa çıkma yasakları ikinci kez uygulandı. Etkisi ölçülebilmiş değil, ama en azından hafta sonları milletin sokağa fırlama eğilimini frenleme etkisi bakımından olumlu sayılabilir. Havalar iyice ısındığında bunu uygulamak dâhi zor olacak gözüküyor. Bizim ev karantinamız ise kesintisiz 40 günü buldu. 

İktidarın ilk resmi vaka açıklamasından bu yana da 43 gün geçti. Kriz fırsatçılığına (stokçuluk, karaborsacılık, fiyat şişirmeleri vb.) karşı sert önlemler açıklayan iktidar, acaba kendisi de siyasi/ekonomik anlamlarda kriz fırsatçılığına kapılmış mıydı? Açıklanan önlemler kadar yapılan çeşitli yasal düzenlemeler, uygulamalara yansıyan kimi fırsatçılıklar ve ileriye dönük siyasi hesaplar yoksa krizden fırsat yaratma düşüncelerinin dışa vurumlarından mı ibaretti? 

Hangi fırsatçılıklar?

Bakalım 10 Mart sonrasında iktidar hangi önlemlere başvurmuş, krizi fırsat bilip hangi fırsatçılıklara zemin hazırlamış.

1) İktidar, yarısı boş diğer yarısı da sermayeye dönük olan 100 milyar TL'lik bir paket açıkladı. Milli gelirin yüzde 2'sinin biraz üzerindeki bu paketin yarısı zaten elde edilemeyecek bazı vergilerin ertelenmesi veya oranlarının azaltılması, emeklilerin bayram ikramiyelerinin öne çekilmesi gibi aldatmacalardan oluşmaktaydı.
 
Krizin asıl darbesini yiyen emekliler ve yoksullara düşen ise 4-5 milyar TL'den fazlası değildi. Bir bölümünü de zaten kriz öncesi programın içinden çekilip alınanlar oluşturuyor. Böylece Avrupa'da, emekçiye, çiftçiye, emeklilere, muhtaçlara herhangi bir ciddi destek programı açıklamadan çifte krizleri atlatmayı düşünen tek ülke AKP Türkiye'si olmaktaydı. Açıklanan önlem paketi bile fırsatçılık kokuyordu. 

2) İktidar/RTE, "biz bize yeteriz" yani "kaynak sizsiniz" diyerek bir bağış kampanyası başlatmayı dahi içine sindirebilecekti. Bu süreçte "dünyada en fırsatçı iktidar" yarışması olsaydı, kazananı açık farkla herhalde Tayyip iktidarı olurdu. Krize karşı harekete geçirilmesi gereken kaynak büyüklüğüne kıyasla zavallı bir sonuç alınacağı (13 Nisan itibariyle 1,6 mr TL aşılmamıştı) baştan belliydi, ama olsun, iktidar niyetini tekrar beyan etmiş oldu: Bağış kampanyasına katılamasanız dâhi devletten kaynak falan beklemeyin. Başınızın çaresine bakın; varsa kara gün akçelerinizi, hanımın altınlarını bozdurun; fazla gayrimenkulünüz, fazla taşınır malınız varsa satın, gelir kaybınızı/geçiminizi kendiniz sağlayın. En yoksullara da biz yardım ederiz nasılsa! (En yoksulların ve hatta kriz öncesinde orta kesimden sayılabilecek olanların feryatlarını işitince bunun nasıl bir görevden kaçma anlamına geldiği bugünlerde daha iyi anlaşılmaktadır).

3) İktidarın kriz fırsatçılığının en somut ifadesi, torba yasayla getirilenler olmaktaydı. İş Kanunu'na işveren lehine getirilen "ücretsiz izin" felaketi, patronlara işçisine bir maaş brüt asgari ücret ödeyerek tazminatsız işten çıkarma hakkı (yani kıdem kazminatını fiilen tasfiye etme hakkı), tam da emeğin kazanılmış haklarına bir saldırıydı. Kriz sırasında konfederasyonların "genel grev" tehdidini kullanamayacağını düşünerek yapılan emek aleyhtarı bir kriz fırsatçılığıydı. Sermaye bayram etmesin de ne yapsın? (ki TÜSİAD bile, kıdem tazminatının kısmi tasfiyesine muhtemelen çok memnun olsa da, emekçilerin tepkilerden kaygı duyduğu için devletin ücretsiz izin yerine mevcut mekanizmaları kullanmasını ve gelirini kaybedenlere gelir desteği vermesini savunmaktaydı).

İktidarın bugünkü derdi ise başkaydı: İşsizlik Sigortası Fonu'nun kaynaklarını (ki çoğu devlet iç borçlanma senetlerine bağlı) bu dönemde Kısa Çalışma Ödeneği ve İşsizlik Ödeneği gibi giderek artma eğilimi gösteren ödeneklerle tüketmeden (veya Hazine'yi yeni borçlanma kaynakları arayışına itmeden), "ücretsiz izin"li sayılacaklara (kuşkusuz gene Fon'dan) "nakdi ücret desteği" gibi güdük bir destek vererek dönemi kurtarmak. Bu öylesine bir aymazlık ki, ancak krizin boyutunun hala farkında olmamakla açıklanabilir. Tek bir ayda, Mart ayında, bütçe açığının 43,8 milyar TL'ye ulaşmasını, kriz ortamının doğurduğu kaçınılmaz bir gerçeklik olarak değil de, derhal bastırılması gereken bir kötülük olarak gören bir neoliberal saplantının (ve işleri çığrından çıkarma korkusunun) iflah olur bir yanı yoktur. Olmadığı için de Hazine ve Maliye Bakanı hala ortalıkta Yeni Ekonomi Programı'nda öngörülen bütçe dengeleri hedeflerini tutturmak gibi bir şaşkınlığın sözcülüğünü yapabilmektedir.

4) Krizi fırsat bilip kamu ihale düzenini daha da keyfileştirmek, Salda Gölü'ne tecavüz için uygun zaman hesabı yapmak, yöre halkının tepkilerini çeken bazı madencilik ve altyapı yatırımlarına sokağa çıkma günlerinde bile yol vermek, Kanal İstanbul ihalelerini başlatmak, büyükşehirlerin içlerinde boşaltılmış hastanelerin binalarını, Atatürk Havalimanı gibi boş tutulan (tabii hangi özel çıkarlara tahsisinin şimdiden yapıldığını bilmediğimiz) kamusal mekanları hızla hastaneye dönüştürmek mümkünken, Atatürk Havalimanı'nın iki pistini heba ederek yapımı/işletmeye açılması 1,5 aydan fazla sürecek ve yandaşlara yeni rantlar aktaracak projelere yönelinmesi de birer kriz fırsatçılığı değil de nedir? 

5) Bir başka kriz fırsatçılığı, Anayasa'nın "kanun önünde eşitlik" ilkesine temelden aykırı ve bir "af yasası"nın gerektirdiği nitelikli Meclis çoğunluğundan kaçışı simgeleyen bir "infaz yasası" çıkarmak ve bu arada "düşünce suçu" kavramını yeniden tanımlayıp her olaya uygulanabilir muğlak bir biçime kavuşturmak olmuyor mu? Böylece krizden bil istifade, zayıflayan iktidarına karşı olabilecek her karşı duruşu şiddetle bastırmanın yeni silahlarını ve kendince "meşruiyetini"  kuşanmakta olan bir iktidarın, sokağa çıkma yasakları pratiği üzerinden de her eylemi başlangıç aşamasında boğmanın hesaplarını yaparken, bunun çok ötesine geçip eleştirel görüş belirten gazetecilerin, medyanın, onların köşe yazarlarının, bilim insanlarının, sosyal medya platformlarını kullananların "hadlerini bildirmek" üzere devletin yeni "zor kullanma" araçlarını hazır etmesi, kriz zemininde bir fırsatçılık arayışından başka bir anlam taşıyabilir mi? Erdoğan'ın “ülkemiz sadece koronavirüsten değil, aynı zamanda bu medya ve siyaset virüslerinden de inşallah kurtulacaktır" sözünü, siyasal İslamcı iktidarın yeni bir saldırı fırsatçılığının işaret fişeği olarak görmemeli miyiz?

6) Bu krizin uzun vadede bir fırsata dönüştürülmesinin en çarpıcı ifadesi de ağızlardan dökülmüştür: Krizin getirdiği fırsatlarla 2023 hedeflerine artık daha kolay ulaşılabileceğine inanılmaktadır. 2023'ün ekonomik hedefleri yıllardır çökmüş durumda olduğu ve üstelik bugünkü krizin etkisiyle daha da geriye gideceği belli olduğuna göre, 2023 hedefleri denilen şey, mevcut Anayasa'nın kısıtlarından da kurtularak bir din devletinin siyasi/idari/ideolojik temelinin geri dönülmez bir biçimde zihinlere çakılması mı olacaktır? Böyle bir ortamda, genel oy hakkının tamamen göstermelik, muhalif hareketlerin de izne tabi olacağını tahayyül etmek gerekecektir. Esasen, krizi fırsat bilip tarikatların kamusal alana daha fazla girmelerinin, kamu rantlarına daha fazla ulaşmalarının yollarını açmak, Eğitim Bilişim Ağı gibi uygulamalarla dinci, anayasaya aykırı ve siyaseten gerici bir eğitim modelini merkezi olarak dayatmak, İslami rejim kurma sevdasındaki iktidarın "selden kütük kapma" fırsatçılığının örneklerinden değil midir?

Sonuç: Kamu görevinden kaçış

Devletin tam da halka yardım elini uzatmasının bekleneceği bir ortamda, merkezi yönetimin halktan bağış toplamaya girişmesi hem bir acze düşmenin hem de bir fırsatçılığın ifadesidir; Anayasanın 2. maddesinde yazılan "sosyal devletin" tasfiye edildiğinin ilanıdır. Devletin gelirleri içinde "bağışlar" her zaman vardır; ancak bağış kabul edilmesi ile bağış toplama kampanyası açılması çok ayrı durumlardır. İkincisini yapmak kapitalist çağda bir merkezi devlete düşmez (Tekalifi milliye de bir bağış değil sonradan ödenmek üzere toplanan zorunlu bir yükümlülüktür; örnekleri eskiçağ devletlerinden itibaren bulunur); ancak yerel yönetimler açısından özel durumlarda uygun bir gelir sağlama düzeneği olabilir. AKP ise bunun tam tersini yapmakta, yerel yönetimlere yönelen bağışları yasaklamakta; hatta yerel yönetimlerin ekmek üretmesi, yoksullar için aşevleri çalıştırması gibi sosyal faaliyetlerine bile yasak getirmekte, krizi fırsat bilerek yerel yönetimleri iş göremez duruma düşürmeye çalışmaktadır.

Merkezi yönetim, yapması gerekenden yani kriz sürecinde emekçi kesimlere ve gelirini kaybedenlere (bugünkü koşullarda milli gelirin en az yüzde 8 ila 10'u kadar) çok güçlü destekler sağlamaktan kaçınmakla kalmamakta, yerel yönetimlerin de elini kolunu bağlamaktadır. Dolayısıyla yapılan sadece kamu görevinden kaçış değil, aynı zamanda kamu görevi yapmaya çalışanları engellemektir. Bunun,  Cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen Anayasanın 2. maddesine olduğu kadar, Cumhurbaşkanının görevlerini tanımlayan 103 ve 104. maddelerine de aykırı olduğu açıktır. Bu bakımdan, ortada bir anayasal suç durumu da vardır.