Fatih Yaşlı Türkiye’de şu an yaşanan krize gerçekçi bir çözümü ancak solun sunabileceğini yazdı.

Kriz, darbe, devrim

“Hegemonya” kavramını İtalyan komünist Gramsci’ye borçluyuz. Mussolini’nin zindanlarında düşünsel üretimine devam edip “alt sınıfların neden isyan etmediği ve yönetici sınıfın nasıl yönettiği” gibi sorulara yanıt ararken bu kavrama başvurmuştu Gramsci ve kavram en özet haliyle “egemen sınıfın kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi sunabilme yeteneği”ni anlatıyordu. 

Gramsci’nin kavramsallaştırmasında esinlendiği isim esas olarak Machiavelli’ydi ve Gramsci onun “Prens” kitabından yola çıkarak hegemonyayı “rıza artı zor” şeklinde tarif ediyordu. Yönetenler, yönetilenlerin rızasını tesis etmek, bunun ideolojisini üretmek ve mekanizmalarını oluşturmak zorundaydı. Ancak sadece rıza yeterli değildi; özellikle rıza tesisinde zorlanıldığı zamanlarda zora ve zor aygıtlarına da, yani “sopa”ya da ihtiyaç vardı. 

İktidar partisi farklı alanlarda attığı adımlarla uzunca bir süre toplumsal rıza tesisinde başarılı oldu.

2000 ve 2001 ekonomik krizlerine halkın tepkisinin bir sonucu olarak iktidara gelen AKP, ülkeye ucuz döviz akışı nedeniyle, yakın zamana kadar ekonomiyi belli bir dengede tutmayı ve toplumun geniş bir bölümünün tüketim olanaklarını, borçlanarak da olsa artırmayı başardı. 

AKP aynı şekilde halkın “ev sahibi” olma arzusuna oynadı ve TOKİ aracılığıyla azımsanmayacak genişlikteki bir kesimin bu arzusunu tatmin etmeyi bildi. 

Ya da gündelik hayatı kolaylaştıracak çok basit birtakım önlemlerle, örnek vermek gerekirse ilaçların eczanelerden alınabilmesi düzenlemesiyle, hastane eczanelerindeki kuyrukları bitirerek ve ilaca ulaşımı kolaylaştırarak kendisine “halkçı” bir imaj çizmeyi başarabildi. 

Özellikle belediyeleri kullanarak ise yaratılan rantın cüzi bir bölümünü gıda, kömür vb. yardımlar aracılığıyla en alttaki sınıflara ulaşmak için değerlendirdi ve kendisine bağımlı bir seçmen tabanı yarattı.

Tüm bunları yaparken ise dini, tarikatları, cemaatleri kullandı, siyasal ve toplumsal alanı dinselleştirdi, bunun üzerinden bir kutuplaşma ve saflaşma yaratmayı bildi. 

Aynı zamanda, bazen “demokratikleşme”, bazen “beka” gibi söylemler aracılığıyla ittifaklar kurmayı da o ittifakları bozup yeni müttefikler bulmayı da becerebildi. 

Peki bugün gelinen noktada bunlardan geriye ne kaldı? 

Artık ucuz döviz yok, Türkiye’ye yeterince sıcak para girmiyor ve Korona nedeniyle hem ihracat hem de turizm durmuş, yani iki temel döviz kaynağı şu an için kurumuş durumda. Bu da beraberinde yerli paranın değer yitimini, alım gücünün düşmesini ve derin bir yoksullaşmayı getiriyor kaçınılmaz olarak.  

Yatırımlar durduğu için istihdamda herhangi bir artış yok, genç işsizliği resmi verilere göre % 25’ler seviyesine ulaşmış durumda. Kendine yeni bir hayat kuracağı yaşa gelen insanlar, yeni gelen kuşaklar, bu hayatı kuracak bir işe ve gelire kavuşamadıkça gelecekten de ümitlerini kesiyorlar yavaş yavaş ve iktidarın bu kuşakları herhangi bir şekilde kapsama şansı bulunmuyor şu an için.

TOKİ üzerinden ya da başka bir şekilde ev sahibi olmak artık öyle kolay olmadığı gibi, sağlıktaki özelleştirme ve rant süreçlerinin etkisi giderek daha fazla hissediliyor, hegemonyanın konut ve sağlık gibi iki önemli ayağı da bugün çok ciddi bir krizle karşı karşıya, yani iktidarın insanların gündelik hayatlarına pozitif etki ettiği araçlar da etkisini yitiriyor giderek.  

Dolayısıyla iktidarın üzerinde yükseldiği maddi/ekonomik zemin artık yok; mevcut “sermaye birikim modeli”nin sınırlarına dayandığı, refahın, tüketimin, kamusal hizmetlere ulaşabilmenin giderek aşındığı, toplumun geniş kesimlerinin ekonomik krizi, işsizliği ve yoksulluğu birebir yaşayarak öğrendiği bir zaman dilimindeyiz.

Öte yandan belediyelerin kaybedilmiş olması nedeniyle hem rant pastası küçülüyor ve bu küçülme farklı klikler arası mücadeleleri yoğunlaştırıyor hem de muhalefet belediyelerinin sosyal yardımlar üzerinden alt sınıflara ulaşması, iktidarın seçmen tabanını hızlı bir şekilde aşındırıyor.   

Tüm bunların toplamı ise “hegemonya krizi” anlamına geliyor; yani iktidar artık rızayı öyle kolay kolay üretemiyor, yeni söylemler icat edemiyor, gündem belirlemekte zorlanıyor. “Sermaye birikim modeli”nin krizi ile “hegemonya projesi”nin eş zamanlı krizi düzen açısından çoklu bir krize tekabül ediyor. Bu ise “zor”un giderek öne çıkmasını, zor siyasetinin ve zor aygıtının güçlenmesini beraberinde getiriyor. Sadece artan polis ve bekçi sayısına ya da “asarız keseriz”li tehdit cümlelerinin önünü açılmasına bakmak bile yeterli bunu görebilmek için. 

Mevcut darbe tartışmalarını, Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinsellerle ilgili konuşmasına baroların verdiği tepkiye yönelik topyekûn ve sert karşı tepkiyi, “asarız, keseriz” tehditlerini, “Cumhur İttifakı” içi çekişmeleri ve seçim sisteminin tekrar değişebileceğine dair tartışmaları bu bağlama yerleştirerek okumak gerekiyor.

Karşımızda kendi eliyle kendisini % 51’e mahkûm etmiş ve dolayısıyla da ittifaklara mecbur bir iktidar var. Öte yandan özellikle ekonomik krizin etkisiyle iktidar ortaklarının oyunun düştüğü ve % 51’e ulaşmanın giderek zorlaştığı görülebiliyor. Bu ise ister istemez ittifak içerisinde MHP’nin elini güçlendiriyor. MHP devlet aygıtı içerisinde oy oranıyla orantısız bir gücü elinde tutuyor, resmen iktidar olmadan iktidarın maddi ve ideolojik nimetlerinden yararlanıyor, siyasi ve iktisadi ranta ortak oluyor.  Bu nedenle de AKP’ye aynı anda havuç ve sopa gösteriyor. 

En son örnekte görüldüğü üzere önce MHP yönetimince partinin muhalefette olduğu 2011 seçim bildirgesinden kimi satırlar “hedef tek başına iktidar” söylemini de kapsayacak bir şekilde paylaşılıyor, hemen ardından ise doğrudan Bahçeli tarafından MHP’nin Cumhur İttifakı’na sadakatinin sürdüğü bildiriliyor. Üstelik bu yapılırken, belki de ilk defa, ekonomik krizin iktidarın altını oyduğunun bilinciyle, doğrudan ekonomi yönetimine ve tepesindeki kişiye, yani “Damat Berat”a sahip çıkılıyor. Damat da Bahçeli’ye teşekkürlerini iletiyor. 

Yani “yaklaşan tehlike”nin ekonomik kaynaklı olduğu iktidar ve ortakları tarafından çoktan fark edilmiş durumda; bütün o “kur saldırısı”, “ikinci kurtuluş savaşı”, “ekonomik seferberlik” gibi söylemler de bu farkındalıkla ilgili.

Darbe tartışmalarını da sadece ekonomik kriz gündemini değiştirme üzerinden değil, esas olarak bu bağlama yerleştirerek okumamız gerekiyor.

 “Sermaye birikim modeli” ile “hegemonya projeleri”nin eş zamanlı krizler yaşadığı dönemlerde düzen, krizi olağan yöntemlerle çözemezse olağanüstü yöntemlerle çözmeye çalışır. Sermaye fraksiyonlarının ve devlet içerisindeki odakların bir bölümü, iktidarın devrilmesi yanlısı bir pozisyona yerleşirken, başka bir bölümü iktidar yanlısı bir tutum alabilir ve bunun üzerinden bir ayrışma yaşanabilir.  

Türkiye açısından “orijinal” diyebileceğimiz durum ise iktidarın bizzat kendisinin “olağanüstü” bir nitelik taşıması, yani Türkiye’yi olağan yöntemlerle değil, gayri resmi bir OHAL aracılığıyla idare ediyor oluşudur. Dolayısıyla kimileri bu “olağanüstülüğün” karşısına başka bir “olağanüstülüğü” koymayı hala planlıyor olabilirler ama böyle bir durumda bunun geçmişteki örneklerinden, hatta 15 Temmuz’dan bile daha kanlı sonuçları olacağı açıktır. 

Öte yandan iktidar partisinin rejim inşa edici karakteri, onun ordu da dâhil olmak üzere devletin zor aygıtı içerisinde çok büyük ölçüde hâkimiyet kurmasını beraberinde getirmiştir ve bu nedenle de, darbe ihtimali belki bütünüyle ortadan kalkmamıştır ama çok ciddi oranda zayıflamıştır. 

İşte bu noktada iktidar açısından asıl korkulmakta olan şeyin, belki bir darbenin de önünü açabileceği varsayımından hareketle, ekonomik krizin tetikleyeceği ve başka faktörlerin de üzerine eklenmesiyle yaşanabilecek bir toplumsal kalkışma, bir halk isyanı ihtimali olduğunu varsayabiliriz. 

Çalışan sınıflarda, yoksullar arasında, işsizler arasında, en alttakilerde bir hoşnutsuzluğun, bir öfkenin büyüdüğü açıktır ve kimse bu öfkenin başka boyutlara sıçramayacağını garanti edemez. “Sokak” bir ihtimal olarak hep vardır ve dünyanın her tarafında yönetenler en çok bu ihtimalden korkar, en çok bu ihtimale karşı önlemler alır. Dolayısıyla darbe iddiaları üzerinden yaratılan gündemin toplumsal hareketlilik için bir ön alma arayışı olduğunun mutlaka görülmesi gerekmektedir.  

Bununla birlikte, darbe gündeminin bir boyutunda mutlaka ve mutlaka “iktidarı seçimle devretmeme”ye yönelik bir hazırlığın bulunduğunun da farkında olmak şart. 

İktidar, kendisine yönelik her türlü muhalefeti “darbe” ve “darbecilik” çuvalının içerisine dolduruyor ve oyunu kendi koyduğu kuralların dışında oynamayı reddeden herkesi çok ciddi bir cendere altına alıyor. 

Buradan hareketle ya bir “sopalı seçim”in gündeme getirileceğini ya da seçimleri bir şekilde hiç yapmamanın içerideki ve dışarıdaki sonuçlarının neler olacağının hesaplandığını, bunun üzerinden bir arayış içerisinde olunduğunu söylememiz mümkün hale geliyor. 

Ekonomik kriz ve hegemonya krizinin bir arada yaşanıyor olmasının yaratacağı sonuçların iktidar da muhalefet de farkında görünüyor. Özelikle salgın bitimi sonrası siyasetin çok daha kutuplaşmış ve sertleşmiş bir konjonktürü beraberinde getireceği, kutuplaşma ve sertleşmenin dozajını tarafların atacağı adımların ve alacakları risklerin belirleyeceği anlaşılıyor. 

Türkiye’nin “bütün mümkünlerin kıyısında” olduğu bir tarihsel kesitte, düzenin yaşadığı krizin sol için yeni fırsatlar anlamına geldiği ise çok açık. Türkiye’de şu an yaşanan krize gerçekçi bir çözümü ancak solun sunabileceğinin, ancak sol değerlerin Türkiye’yi düzlüğe çıkarabileceğinin ve sahici bir alternatifin ancak soldan gelebileceğinin topluma güçlü bir şekilde anlatılması, duyurulması, bilinmesinin sağlanması gerekiyor. Bunu başarabilecek bir solun Türkiye siyaset sahnesinin asli aktörlerinden biri olmasının önünde ise hiçbir engel bulunmuyor.