Türkiye’de korona’nın ilk üç ayında 1,4 milyon kişilik bir 'yeni yoksullar' katmanı oluşmuştur. Tümüyle emekçidir. Ezici çoğunluğu SGK dışındadır; dörtte birine de herhangi bir sosyal yardım ulaşmamaktadır.

Koronavirüs sonrasında dünya (IV)

“Koronavirüs sonrası dünya” tartışılıyor. Zaman zaman bu köşede aktarıyorum; değerlendiriyorum.

Bugün “sorumlu mevkiler”den korona sonrasındaki dünyaya üzülerek bakan iki kişiden hareket edeceğim. 

DSÖ Başkanı yakınıyor 

Korona salgınının güz aylarında ikinci dalgaya geçmesi bekleniyordu. Daha gelmeden, yaz sıcağı içinde ilk dalga yeniden canlandı.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Başkanı Dr. Tedros Ghebreyesus Etiyopyalı bir biyologdur. 10 Temmuz’da salgın konusunda dünya kamuoyuna yakındı: “Şu anda karşılaştığımız ana tehdit virüs değildir; küresel ve ulusal düzlemlerde liderlik ve dayanışmanın yoksunluğudur. Bölünmüş bir dünyada bu salgını yenemeyiz. Covid 19 salgını küresel dayanışmayı ve küresel liderliği sınamaktadır. Virüs, biz bölündükçe serpiliyor; birleştiğimiz zaman engellenecektir.” (The Hill, 10 Temmuz)

İnsanlığı tehdit eden sağlık sorunlarına, korona-türü salgın risklerine karşı uluslararası eşgüdümü, dayanışmayı sağlayacak kurumlaşma var: DSÖ… Türkiye dahil tüm ülkelere her yıla özgü grip aşısını belirleyen, dağıtımını düzenleyen kurum… Korona virüsünün pandemiye yol açtığını 30 Ocak 2020’de ilan etmişti. Başkanı, beş ay sonra “küresel dayanışmanın yoksunluğundan” yakınırken ne kastetti? 

Aşı çalışmalarında eşgüdüm yoksunluğu, dev ilaç şirketlerinin fırsatçılığı, sınırlarından geçen yardım malzemelerine el koyan hükümetler akla geliyor. Öncelikle de ABD Başkanı Donald Trump’ı kastettiği açıktır. Zira, o tarihte Trump ABD’yi DSÖ’den çıkarma kararı almıştı.

DSÖ, ABD Başkanı’nın salgın karşısındaki sicilini de biliyordu. Trump yönetimi yıl başında ABD Sağlık Bakanlığı bütçesine 9,5 milyar dolarlık kısıntı getirmişti. Bu kısıntının yüzde 15’i Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele Merkezi’ne (CDC’ye) düşecekti. 
Korona’nın bir pandemiye yol açtığı duyurulduktan hemen sonra Trump, salgını bizzat tespit ettiğini ileri sürdü. Başlangıçta önleyici veya ilaç olarak (çamaşır suyu dahil) tıp çevrelerini “çıldırtan” önerilerde bulundu. Salgın dört nala tırmanırken durumun tamamen denetlendiğini, kısıtlamaların gereksiz olduğunu ilan etti.

Trump’ın önceliği, Kasım seçiminde iktidarı korumaktı. Tek yönteme odaklandı: Salgını kendi haline bırakarak ekonominin etkilenmesini ertelemek…

Korona testleri için ancak Nisan’da bir özel şirketi görevlendirdi. Test sonuçlarının 7, bazen 14 güne kadar uzadığı, bu yüzden fiilen işe yaramadığı ortaya çıktı. (Trump’ın bu konudaki “marifetleri” için bk. Noam Chomsky, Truthout, 10 Nisan; Spiegel 24 Temmuz;, Vijay Prashad, Globe Trotter, 6 Ağustos.)

DSÖ Başkanı “küresel dayanışma yoksunluğu” nedeniyle ABD yönetimine sitem ederken bu ülke salgın istatistiklerinde zirveye çoktan oturmuş; hastalığa yakalananlar sayısı 3 milyonu aşmıştı. Bir ay sonra günde ortalama 60.000 civarında yeni hasta ile bu toplam 5 milyon eşiğini aşacaktı. Ağustos sonuna gelindiğinde ise, ABD’de korona hastaları 5,8 milyona,  ölümler 180 bine ulaşacaktır. 

Birleşmiş Milletler Raportörü eleştiriyor

“Koronavirüs dünyasının hali” üzerinde bir diğer eleştiri Avustralyalı hukuk profesörü Philip Alston’dan geliyor. Alston, 2014-2020’de Birleşmiş Milletler’in (BM’nin) Aşırı Yoksulluk ve İnsan Hakları Özel Raportörü olarak görev yapmış; bir rapor hazırlamış. The Guardian gazetesinde 11 Temmuz’da yayımlanan makalesinde bir değerlendirme yer alıyor. Makale şöyle başlıyor: “Koronavirüs dünyayı perişan ederken en ağır etkisi yoksul insanlar ve marjinalleşmiş topluluklar üzerinde gerçekleşiyor. Yüzlerce milyon insan yoksulluğa ve işsizliğe mahkum oluyor. Pek azına acınacak düzeyde destek ulaşıyor. Açlık, barınaksızlık ve tehlikeli işler dört nala yaygınlaşıyor.”

Bunlar, BM Özel Raportörü’nün yedi yıllık araştırmasının bitim tarihindeki (Temmuz 2020’deki) tespitleridir. Bu trajik durum korona salgını yüzünden ortaya çıkmadı. Alston, evveliyatına odaklanıyor:

“Koronavirüs esasen var olan yoksulluk hastalığının üzerindeki kapağı açmıştır. Yoksulluğun, aşırı eşitsizliğin ve insan haklarına karşı umursamazlığın yeşermekte olduğu bir dünyaya uğramıştır. Öyle bir dünya ki, burada hukuk ve iktisat politikaları güçlülerin servetini yaratmak ve geliştirmek üzere tasarlanmıştır; yoksulluğa son vermek için değil…”

Peki, bu yoksulluk ve eşitsizlik salgın öncesinde niçin algılanmadı? Philip Alston, açık bir yanıt veriyor: Yoksulluk, algılanamayacak biçimde tanımlandığı için… Üstelik dünya çapında eşitsizliği daha da artıracak politikalar, yoksulluğu ortadan kaldıracak “cennetin anahtarları” olarak ilan edilmiş; uygulamalar durumu daha da ağırlaştırmıştı.

“Yanıltıcı” yoksulluk tanımı, Dünya Bankası’na (DB’ye) aittir: Kişi başına günde 1,90 dolarlık bir gelir düzeyi1… Bu düzeyde yaşayan yüzlerce milyon, ekonomik büyüme sonunda yoksulluktan kurtarılacaktır. Ancak, büyüme stratejileri ulusal iktidarlara bırakılamaz. Dünya ekonomisinin kumanda merkezlerinde tasarlanan neoliberal iktisat politikaları gereklidir. Alston, bu programı ve uygulanmasını şöyle özetliyor:

“Kuralsızlaştırma, özelleştirme, şirketlere düşük vergiler, paranın ülkeler arasında kolayca hareketi ve sermayeyi özellikle koruyan yasal düzenlemeler… Hepsi büyümeyi sağlayacak yöntemler olarak yüceltildi. Aşırı-zenginlere vergi indiriminden başlayıp küresel Güney’den servet aktaran mega-projelere kadar uzanan uygulamalar, yoksulluğu azaltan çabalar olarak alkışlandı.”

Alston “resmî sonucu” özetliyor ve yanıltıcı buluyor: 1990-2015 arasında dünyanın “aşırı yoksul nüfusu” 1,9 milyardan 736 milyona düşmüştür. Ne var ki bu değişimin büyük bölümü, bu dönem boyunca nüfus artışını durdurarak çok hızlı (uzunca bir süre %9 civarında) büyüyen “tek bir ülkenin, yani Çin’in gelir artışlarından kaynaklanmıştır.”

Bu istatistikler kadınları, göçmen işçileri, sığınmacıları kapsamaz. İstatistiklere yansımayan “madalyonun öbür yüzü de” var: “Eşitsizliğin sıçraması, artan açlık, barınma ve sağlık hizmetlerinin pahalılaşması, servet kutuplaşması, çalışanı yaşatamayacak işlerin yaygınlaşması, sosyal güvenlik sistemlerinin dağıtılması ve ekolojik felaket… Tümüyle neoliberal politikalardan kaynaklanmıştır.”

“Dünya nüfusunun yarısı, 3,4 milyar insan bugün günde 5,5 dolarlık gelirle yaşamaktadır; temel insan haklarından yararlanamayacak derecede çaresiz ve yoksuldur. Bu sayı 1990’dan bu yana pek değişmemiştir.”

“Yeterli bir yaşam düzeyine ulaşmak bir insan hakkıdır. Devletler bu hakkı ciddiye almadıkça yoksulluk bir salgın olarak süregelecektir.” 

Türkiye’nin durumu…

DSÖ Başkanı ile BM Raportörü’nün “dünyanın hali” üzerindeki yakınmalarına Türkiye olguları içinden bakalım.

Korona salgınına Saray’ın tepkisi, Trump’ınkini andırıyor: İktidarı koruma endişesi öne çıkıyor; bu nedenle “önce ekonomi”… İnsan sağlığı (adeta kendiliğinden) sürü bağışıklığına emanet…

Türkiye’deki takvim ABD’deki kadar sıkışık değildir; bu nedenle iki ay boyunca kısıtlamalar uygulandı. Sonrasını, sermayenin öncelikleri belirliyor; ama AKP damgası taşıyarak…

Saray, inşaatçı, müteahhit çevrelerle iç içedir; önce AVM’ler açılıyor. Turizm, şirket sahibi bir bakana emanettir. Kıyılara seyahat serbest bırakılıyor. Eğitim Bakanı okul sahibidir; eğitim gecikmeden başlatılacaktır. Özel okullar gözetildiği için...

Tıbbi sonuçların eksik bir dökümünü Sağlık Bakanı verdi: Haziran başında 800’ün altına düşmüş olan yeni hasta sayısı bu hafta 1500’e ulaştı. Hastanelerde yoğun bakım servislerinin dolduğunu öğreniyoruz.

Anlaşılmıştır ki (aşı bulunsa dahi) korona salgını Türkiye’de kendi halinde devam edecektir. Göstermelikler dışında yeni yasak gelmeyecek; sorumluluk, maske takması umulan vatandaşa bırakılacak. Kimi okullarda uzaktan eğitim “güya” sürdürülecek. Dersler, seminerler, ödevler, sınavlar “mış gibi…” sürdürülecek; diplomalar dağıtılacak.

Yoksul çocuklar devlet okullarında yüz yüze eğitimde virüsü kapacak; yaşları gereği hastalığı fark etmeden, belki ayakta atlatacaklar. Ama korona’yı evlerine; büyüklerine bulaştırarak… İktidarın örtülü beklentisi olan “sürü bağışıklığı”, dedeleri, nineleri esasen gözden çıkarmıştır. Çalışan nüfus, artan hastalığa, işsizliğe, gelir kayıplarına teslim edilecek… 

Olası sonuçların erken ipuçları geçen hafta özetlediğim DB’nin Türkiye Raporu’nda yer alıyor: Türkiye’de korona’nın ilk üç ayında 1,4 milyon kişilik bir “yeni yoksullar” katmanı oluşmuştur. Tümüyle emekçidir. Ezici çoğunluğu SGK dışındadır; dörtte birine de herhangi bir sosyal yardım ulaşmamaktadır. 

Hal böyle iken; okulların açılmasıyla daha da kötüsü beklenirken Saray, birden bire bir “Cuma müjdesi” vaat etti. İki gün kimi insanlarımızın yüzleri güldü.

Sonrası malum…

  • 1. DB’nin yoksulluk tanımını ve uygulamalarını öteden beri eleştirmekteyim. Bir örnek: “Yoksulluk Kavramı Üzerine Notlar”, Toplum ve Hekim, Ocak 2004.