'İnsanların, emeğin korunmasına, tedavisine ve sağlık sisteminin etkinliğine öncelik veren iktidarlar da var. Bunlar Asya-Pasifik coğrafyasında yoğunlaştı; salgın fiilen oralarda son buldu: Çin, Vietnam, Güney Kore, Yeni Zelanda, Avustralya… İlk iki ülkeyi komünist partiler yönetiyor. Diğerlerini “olgun burjuva iktidarları” olarak nitelendirelim.'

Korona Dünyasından İnsan Manzaraları

Emekçiler salgın nedeniyle üretimden koptu ve ekonomik bunalım patlak verdi. Finans kapitalden kaynaklanan bir önceki krizden farklıdır. Bu farklılık, bu krizin yarattığı insan manzaralarına da yansıyor.

Burjuvazinin doğal tepkisi, salgının kaynağı olarak gördükleri yoksul kalabalıklardan uzaklaşmak oluyor: “New York’ta salgın patlak verince Manhattan’ın Yukarı Doğu semtleri boşaldı; zenginler yazlıklarına veya eyaletin kuzeyindeki malikânelerine kaçtı…” (Adam Tooze, London Review of Books, 3 Nisan).

Siyasî iktidarlar iki doğrultuda farklılaştı: ABD ve İngiltere’deki gibi neo-faşistler iktidarda ise ilk tepki, sermaye birikiminin aksamaması oldu; yani, öncelik ekonomi… Salgın bu ülkelerde hâlâ tırmanmaktadır.

İnsanların, emeğin korunmasına, tedavisine ve sağlık sisteminin etkinliğine öncelik veren iktidarlar da var. Bunlar Asya-Pasifik coğrafyasında yoğunlaştı; salgın fiilen oralarda son buldu: Çin, Vietnam, Güney Kore, Yeni Zelanda, Avustralya… İlk iki ülkeyi komünist partiler yönetiyor. Diğerlerini “olgun burjuva iktidarları” olarak nitelendirelim.

Salgın ortamında ortaya çıkan insan manzaraları da çeşitlilik gösteriyor. Hindistan ve ABD’den iki örnek aktaracağım.

Arundhati Roy’dan Hindistan Manzaraları

Romancı Arundhati Roy, 24 Mart sonrasında Hindistan’da ortaya çıkan insan manzaralarını kaleme almış (Financial Times, 3 Nisan).

Roy’un aktardığına göre Başbakan Modi (İngiltere, ABD, Brezilya ve Türkiye’deki liderler gibi) uzun süre salgını önemsemedi. 24 Mart saat 20’de aniden tüm Hindistan’da sokağa çıkma yasağının 4 saat sonra (gece yarısı) başlayacağını ilan etti.

Bu süresiz yasak kararı sonrasında ortaya çıkan insan manzaralarını Roy’un kaleminden izleyelim:

Dükkânlar, restoranlar, fabrikalar, inşaat sektörü kapandı; kamusal ve özel tüm ulaşım yasaklandı. Başbakan bu kararı bir aile büyüğü olarak aldığını söyledi. Acele etmesi gösterdi ki, yurttaşları pusuya düşürülmesi gereken, güvenilemeyecek hasım bir güç olarak görmektedir.”

Karantina, Hindistan’ın gizli gerçeklerini ortaya çıkaran kimyasal bir deney gibi sonuç verdi. Zengin ve orta sınıflar güvenlikli, korunaklı sitelere sığındı. Kentlerimiz ise işçi sınıfının göçmenlerini, istenmeyen bir artık gibi kusmaya başladı.”

Gidecek yerleri olmayan, milyonlarca yoksul, kamu araçlarının yokluğunda köylerine doğru, günlerce sürecek yürüyüşlere başladı. Konuştuğum her yürüyüşçü virüsten çok kendilerini bekleyen işsizlikten, açlıktan, polis şiddetinden korkmaktaydı. Günlerce yürüyenlere bazı eyalet sınırları kapandı; geri çevrildiler.”

Bunlar Hindistan’ın en yoksulları değildi; düne kadar çalışan, mesai sonunda yatacak yerleri olan insanlardı. İşsiz, konutsuz, çaresiz kent ve köy emekçileri ise oldukları yerde kaldı. Karantina, bunlar için uzaklaşmaya değil, tam tersine yol açtı. Ana caddeler boşaldı; ama kent yoksulları, gecekondu sokaklarında, barakalarda sıkışıp kaldılar.”

Hindistan’dan bir başka yazar, (Amy Kazmin, 14 Nisan 2020), kentlerdeki yasakları sonuçlarını, “karantinasının kentsel klostrofobisi” olarak nitelendiriyor:

Hindistan’ın seçkinleri ve yüksek orta sınıfı ferah, büyük konutlara çekildi; ama karantina, sıradan Hintlilerin çoğunu aşırı kalabalık bir hapishanenin hükümlüleri konumuna sürükledi.”

Sıradan işçi ailelerinin çoğu gibi karı-koca, çocuklar, yaşlılar hep birlikte tek bir odada yaşayan bir kadın, ‘geçmişte, okula, işe, komşulara gidiş-geliş, bu sıkışıklığı çekilir kılıyordu. Karantina sonrasında artık kafeste gibiyiz’ diyor.”

Hindistan’ı Hindu neo-faşisti Modi yönetiyor. Salgın yönetimlerinin ve sonuçlarının diğer neo-faşistlerle karşılaştırılması ilginç olacaktır.

New York’ta bir işsiz…

Salgın altındaki insan manzaralarını, Hindistan’dan dünyanın öbür ucuna, ABD’ye taşıyalım. Bugünlerde salgın bu ülkede yükseliyor ve New York’ta odaklanıyor. Ülkede işsizlik sigortasına başvuranları sayısı 26 milyonu aşıyor. Başvuruları karşılama sorumluluğu eyaletlerdedir.

NewYork’tan işsiz bir kadın, deneyimlerini bir yazıda (The Cut, 10 Nisan) aktarıyor.

Natasha Frid, bir üniversitede asistandır. Eğitime ara verilince 20 Mart’ta işten çıkarılır. (Okurlar şaşırmasın: ABD’de üniversite asistanlarının ezici çoğunluğu iş güvencesinden yoksundur; tazminatsız işten çıkarılabilirler.)

Frid de elbette işsizlik sigortası için New York eyaletine başvuracaktır. Ancak, işsizlik sigortasına başvuran 26 milyonluk orduya bir türlü katılamamaktadır. Nedenini, bir kara mizah örneği olan yazısının uzun başlığı özetliyor: “Tam zamanlı yeni bir işim var: İşsizlik sigortasına başvurmak. Bu hafta yüzlerce defa denedim. Şimdiye kadar tek bir insanla konuşamadım.”

Yazının renkli ayrıntıları özetleyeceğim.

New York eyaleti, işsizlik sigortası başvurularının sadece telefonla yapılmasını kararlaştırmış; görevli dairenin adresini de vermiş: NYS Unemployment Insurance Telephone Claims Center. Bu büronun mesai saatleri 8:00:19:00 arasındadır.

Natasha her sabah tamı tamına 8’de telefon arayışlarına başlıyor; hat “meşgul” çıkıyor. Devam ediyor. Her defasında “meşgul hat sinyali” çıkıyor. Telefon cihazındaki kayıtlar sayıyor. Son üç gün “işsizlik sigortası bürosu” telefonunu (sırayla) 402 → 372 → 276 kez aramış.

Cesareti yıpranıyor; devam ediyor. Bu arada “New York İşsizlik Sorunları - Yardım” adlı bir Facebook grubuna da katılıyor. Morali iyice bozuluyor; zira gruptakilerin sözü geçen büroyu arama sayıları Natasha’yı aşmaktadır… İşsizlik bürosuna ulaşmaya çalışan insanlar, telefonlarından kesintisiz arama yöntemleri keşfetmiş…

Natasha Frid, birkaç gün sonra saat 12:38’de ilk kez bir insan sesi duyuyor; ama banttan: “Hatlarımız çok meşgul olduğu için yanıtlayamıyoruz…”

Yazar, sonraki günlerde farklı yöntemler deniyor: N.Y. Valisi Cuomo’nun bürosunu arıyor; bir bilgisayar “arama nedenini tuşlamasını istiyor”; tuşlayınca hat kesiliyor. İnternet başvurusunu yeniden deniyor; Eyalet İşgücü Dairesi sitesinde “işsizlik başvuru formu” yok. Telefona dönüyor; “dil seçimi” seçeneğini deniyor; Rusça’yı seçiyor. Tuşa basınca İngilizce’ye dönüş; ardından “meşgul hat” sinyali…

Cuma gecesi yatmadan önce iki haber alıyor. Birincisi facebook grubundan: İşsizlik Büro telefonu Cumartesi-Pazar da açıkmış. İkincisi Almanya’dan bir arkadaşından: Berlin İşsizlik Sigortası bürosuna sabah başvurmuş; akşam banka hesabına 5000 avro’nun yattığını öğrenmiş…

Natasha Frid’in yazısı burada son buluyor. Okurken aklıma Ken Loach’un, “Ben Daniel Blake” adlı filmi geldi. Görmeyenlere aktarayım: Kalp hastası olduğu için çalışamayan, işsizlik sigortasına başvuran marangoz Daniel Blake çeşitli bürokratik engeller yüzünden bir türlü sigortadan yararlanamıyor; son başvurusunu yaptığı devlet dairesinin tuvaletinde ölüyor.

Natasha’nın böyle bir sonuçla karşılaşmayacağını dileyelim. Ama, Daniel Blake, en azından film boyunca çeşitli bürolarda insanlarla, görevlilerle yüz yüze gelebiliyor; protestosunu karşısındakine haykırabiliyordu… Öldüğünde dahi karşısındaki insanlardan sonuç alabileceği beklentisindeydi.

Türkiye’den insan manzaraları???

Korona bunalımında Türkiye’den insan manzaralarından kırıntılar muhalif TV kanallarında izleniyor: Spikerler çeşitli kuyruklarda tevekkül içinde bekleyen insanlara mikrofon uzatıyorlar; umutsuzluk ve kızgınlık tepkilerini dinliyoruz.

Pek çoğunun arka planında Daniel Blake’inkini andıran hazin öyküler gizlidir. Bunlardan veya yakınlarından, “salgında Türkiye’den insan manzaralarını” filmleştirecek Yılmaz Güney’ler; romanlaştıracak Orhan Kemal’ler çıkacaktır. Veya Natasha Frid’in Türkiye’deki benzerlerini öyküleştirecek Aziz Nesin’ler…

Biz ise şimdilik siyasal iktidarın tepkilerini, istatistiklerden izliyoruz: Salgının yol açtığı işsizliği herhalde ölçemeyeceğiz. Salgın sonrasında Hazine’nin üstlendiği ek yük GSYH’nın yüzde 2,2’si ile sınırlı kaldı. Bu toplamdan, doğrudan emekçilere ve yoksullara ayrılan ek ödenekler ise (arkadaşımız Seyhan Erdoğdu’nun kestirimine göre) “devede kulak”tır.

Siyasal iktidarın kimi marifetlerini ise, “esrarengiz kararlar”ın izini sürerek yakalamaya çalışıyoruz. İz sürenlerden biri meslektaşımız Yalçın Karatepe’dir. 24 Nisan’da BirGün’de yayımlanan yazısında, kamu bankalarını sigorta şirketlerine Varlık Fonu’nca el konulmasını deşifre etti: Bu kararla oluşan Hazine → Varlık Fonu → Kamu Bankaları → TCMB → Kamu Bankaları halkaları, “müteahhitleri vs. kurtaracak, besleyecek” parasal genişlemeye dönüşecektir.

Bunalımlı son üç yılın güvenilemeyen, yanlış istatistikleri… Türkçesi bozuk, meramı gizli kararnameler, genelgeler… İnsanlarımızın “acı hayatları” bunlardan izlenebilir mi?

Önceki krizlerin yol açtığı “acı hayatlar”a doğrudan ışık tutan kitaplardan ikisini hatırlatayım: Yoksulluk Halleri (2002) ve Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği (2011). Benzerlerini bekleyeceğiz. Bunlar, bugünkü gerçek insan manzaralarını, mağdurların ağzından aktaran röportajlardan, sesli-görsel kayıtlardan esinlenecek; türetilecektir.