Çöküş iklimine uyum sağlamış bir yeni yaratık, bir yeni toplum karşısındayız. Bu, değiştirilebilir. Daha acısı var: Bu anlık durumun hiç değişmeyeceğinden emin bir solcu tipi de üzerimize çöreklenmiş bulunuyor.

Kimlikçi solun çökerttiği Türkiye 

Türkiye, sosyal demokrasinin gölgesinde bitti: Sosyal demokrasi sosyalizmin düşmanı olduğu için, ana misyonu sosyalizm tehdidini sermayenin üzerinden çekip almak olduğu için, sınıf yerine her türlü kimlikçiliğin önünü açtığı ve sadece gericiliğin yelkenlerine çalıştığı için. Bunu da solculuk adına yaptığı için...

12 Eylül 1980 ve 3 Kasım 2002 darbelerinin asıl yaratıcısı olduğu için. 

Böyle bakınca Bülent Ecevit'in, cumhuriyet ikliminin tarumar edilmesinde başat bir rol oynadığını söylemiş oluyoruz. Peki...

Peki de ne? 

Kimlikçilik?

Moda, bu. Belki de çöküş toplumlarının tipik bir göstergesi. Geçmişte böyle olmuş. Uzak değil, modern zamanların, yani sanayi devrimi sonrasının da bir hastalığı. Ama...

Ama biz geçmişe değil, bugüne bakalım: Toplumsal, daha doğrusu sınıfsal eşitsizliklerin değil, çok başka ve “afaki” etiketler arasındaki tercihlerin üzerinde siyaset kurgulanıyor. 1989'da reel sosyalizm yıkıldı ya, onun sol üzerindeki en büyük gölgesi, bu oldu. 

“Sınıf işi sevimsiz be hacı, sınıf, sosyalizm falan diyerek bir yere varamayız!” 

Böyle düşünür oldular. 

Çirkinlik şurada: Böyle düşünenler, kendilerinin de aslında sınıf kategorileriyle topluma baktıkları iddiasındadırlar. Hani şu her kalıba, her kılığa girmeyi siyaset sanan bir takım “komünistler” gibi. Komünistlik veya devrimcilik, bu iddiayla, burjuvazinin ehvenişer saydığı ve sattığı her bataklığın içine atlamanın bir garantisi. Sınıf üzerinden değil, reklamcılık kokan kimlikler üzerinden toplumla sol bir ilişki kurulabileceğini düşünüyorlar. Demokrasi şalı her kimliği kurtuluş diye yutturabiliyor. 

İyi de, sosyalistlik veya -aynı anlamda olmak üzere- komünistlik neden sizin her bataklığa balıklama atlamanızı gerektirsin, neden sizin her kimliğe talip olmanızı kolaylaştırsın? Yani “Bize bir şey olmaz, komünistiz, teflon tavayız, her türlü burjuva kiri üzerimizden akar gider” diye düşünemezsiniz. Böyle düşünenler reel sosyalizmin ve Türkiye'de de cumhuriyet rejiminin enkazını yaratanlardır. 

Sınıf, demode bir kavram günümüzde. 1989'u boşuna yapmadı şu Avrupa'dakiler. Bizdekiler de 1980 ve 2002 darbelerini boşuna yapmadı. İşin trajik yanı şu: Sınıfın demode bir kavram olmadığını, toplumu ancak onunla çözümleyebileceğimizi iddia edenler bile, şu veya bu kimliğin peşinden, burjuva toplumunun serpiştirdiği renklerden birini giyinerek toplumu solculaştırabileceğini sanıyor. Devrimci her solu tasfiye ediyor. 

Siz hiç Aykut Erdoğdu, Özgür Özel türünü görüyor musunuz, dinliyor musunuz? Ya da HDP'nin Taraf-Radikal döküntüsü dizi dizi solcularını? Bu iki “parti”ye egemen antikomünist güruh, Türkiye devrimciliğinden nefret ediyor. 

Ağızlarından “Elbette canım, biz de zaten hep işçi sınıfı diyoruz” diye ortalıkta dolananları izliyor musunuz? Şu anda tek sorunun Erdoğan'ın ve saray rejiminin değiştirilmesi olduğunu bağıran “muhalifleri”... Türkiye sermaye sınıfının sadık muhaliflerini... Görüyor musunuz? 

Sendikaları?

Çürük edebiyat da bir gösterge

Oralar sıkıcı geldiyse, isteyen edebiyatımıza bakabilir. 1960 ile 1980 arasındaki Türk edebiyatının taşıyıcıları, bir eğilim olarak mevcut toplum ve sınıf ilişkileriyle bağlarını önemli ölçüde koparmış insanlardı. Yeni bir toplum düşünmeyi ve kurmayı önemsiyorlardı, sınıfsal bakışa yaşam pratiklerinde yer ayırmışlardı, burjuva Türkiye'yi ve onun sınıfsal konumunu yerle bir etmeye çalışıyorlardı. Sosyalist bir ülke kurma neyecanı içindeydiler. Şu ya da bu şekilde bir reddiyeydi bu. Nâzım'ın ve partisinin/ideolojisinin gölgesi ve güneşi herkesin üzerine düşüyordu. Komünist bir ateşin etki alanındaydılar. Sınıfsal cepheleşmede kendilerine emek saflarında bir yer bulmuşlardı. 

Bu iş biteli çok oldu. 40'ıncı yılında 12 Eylül faşizmi, tabii devamcısı Saray rejimi sayesinde, sendikacılığı, sınıf sendikacılığını, devrimciliği ve devrimci edebiyatı/sanatı yerle bir etti. Zor kullandığını söyleyemeyiz. Onlara sınıf ve sosyalizmle değil, muhtelif kimlikler edinerek toplumun kabulünü sağlayabilecekleri yalanını yutturdu. 

Sendikacılar, en katı sınıf savunucuları dahil ve çok az istisnayla, bugün, sadece Türkiye'de değil metropollerde de, sınıf ve sosyalizmin “önceliğini” reddediyor, ısrarla “sonracılığını” propaganda ediyorlar. 

En çok da CHP'nin ve HDP'nin solculuk taslayan yönetici militanları, önce Erdoğan'ı koltuğundan indirmeyi, bunu seçimle yapacaklarını, sokakları ve gösterileri fazla akla getirmemeyi, böyle şeyleri öneriyorlar. Her biri antikomünist, sosyalizmden ya korkan ya da nefret eden kimlikçilerdir. Kimlik mi? Ortada kimlikten çok ne var? Türkçülük ve Kürtçülük ile başlayıp her türden toplum içi ve toplum üstü “elitist bir renkle” sahne alabilirsiniz. Sermaye dostları için her kimlik, sınıf üzerinde yükselen sosyalist kimlikten üstündür. Oradayız.

Yani, sakın ola ki, işçi sınıfının siyasal iktidarı, merkezi plan ve sosyalizmin önceliğinden bahsetmeyin.

Türk edebiyatından sosyalizm silinmiş gitmiştir. Bizim gibi tek tük diretenleri abartmayalım. Ortada eşine az rastlanır bir ihanet ve yenilgi var. 

Edebiyat, sanat pratikleri böyle de sendikal yaşam çok mu farklı? 

Toplumsal ve sınıfsal sorunların değil, sınıf ve sosyalizm dışı tüm kimliklerin piyasa yaptığı, çöküşün bu nedenle de durdurulamaz olduğu bir çağdan geçiyoruz. 

Hepsinin derdi bir kimlik oluşturmak. Sosyalizme alternatif, onu hiçleyen veya en azından etkisizleştiren bir kimlik. Oysa...

Oysa eğer sol bir iddia varsa, orada bütün kimliklerin anası sosyalizmdir. Sosyalizm sizi “cephe” vs. bahanesiyle her türlü kepazelikle cilveleşmeye, her bataklığa atlamaya, sermayeden uzatılan her eli öpmeye, her verilen muhalif etiketli malı yutmaya ve her uzatılan kefeni giymeye itmez... Tersine, sizi girdiğiniz her alanı değiştirme yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakır. İttifaklara da, sosyalizm diyenler böyle bakar. 

“Körle yatan şaşı kalkar” diyoruz Türkçemizde. Olumsuz bir vurgudur. Tersine çevirip, olumlu bir vurgu vehmedelim: Biz, “Bizimle oturan sosyalist kalkmak zorundadır” diyoruz. Onun için sekter oluyoruz herhalde. Yalansız, dolansız olduğumuz için. Peki... 

Şunu biliyoruz: Tuzu kuruların edebiyatı, tuzu kuruların sendikacılığı, tuzu kuruların solculuğu, kupkuru bir çöle karşılık geliyor. 

Bu çölde “sınıf” demek, “sosyalizm” demek yetmiyor; toplumsal desteğin eksikliğini bu tür ısrarlarla telafi edemiyoruz. Ama bu önceliği bir bayrak gibi taşımadan da ortalıkta bulunma hakkımız yok. 

Bizlere biraz da bunun için “tuhaf kuşlar” diye bakıyorlar. Toplumun, acılar içindeki halkın bize kör ve sağır olduğundan, öyle de kalacağından eminler.

Çöküş iklimine uyum sağlamış bir yeni yaratık, bir yeni toplum karşısındayız. Bu, değiştirilebilir. Daha acısı var: Bu anlık durumun hiç değişmeyeceğinden emin bir solcu tipi de üzerimize çöreklenmiş bulunuyor. Klasik sosyal demokrat partiler sahneden çekilebilir, sosyal demokrasi neden çekilsin? Sermaye varsa, sosyalizm tehdidi varsa, sosyal demokrasi de olur. Bürüneceği kimlik mi yok? Sermayenin en etkili silahıdır. Hâlâ...

Ya çürüyen toplum haklı ya da bu çürümeyi reddeden ve bir eşitlikçi-özgürleştirici toplum kurmak zorunda olduğumuzu söyleyen bizler haklıyız. 

İki taraf da haklı olamaz. Birinden biri değişmek zorunda. Ya sosyalizm, ya sermaye...