Türkiye’de gazetecilik, sürekli eleştirilen iktidarın nepotizmine benzer bir yapıya dönüşmüş olan bir iş kolu. Ya birilerine yaranacak ya da Mustafa Hoş’un dediği gibi 'yavşaklaşacaksınız'.

Kim bu medyadaki yavşaklar?

Bugün, soL okurlarıyla geçmişte kaleme aldığım bir yazıyı yeniden paylaşmak istedim. Medya üzerine derin analizler içeren bu yazının güncelliğini koruduğunu düşünüyorum. Yazıda bugün için uygun görmediğim kısımları kaldırdım. Babıali TV’de 28 Ekim’de yayınlanan ‘Durum’ programının konuğu gazeteci-yazar Enver Aysever’di. Gazeteci Mustafa Hoş, konuğuyla birlikte medyanın durumunu masaya yatırdı ve ağır cümlelerle medyanın bugününü eleştirdi. Medyada yaşananların bir "yavşaklaşma" hali olduğunu belirtti. Kişisel olarak İstanbul medyasının iliklerine kadar çürüdüğünü ve çamura battığını gördüğüm için İstanbul’da kalarak gazetecilik görevimi yürütmeyi hiç düşünmedim. Kendimce büyük bir risk alarak ve Antalya’ya dönerek, gazetecilik yapmaya çalıştım. Doğal olarak neredeyse hiç denilebilecek kazançlarla okulunu okuduğum ve hayalini kurduğum işe dört elle sarıldım. Türkiye’de gazetecilik, sürekli eleştirilen iktidarın nepotizmine benzer bir yapıya dönüşmüş olan bir iş kolu. Belirli bir çevrenin dışından bu alana girmeye çalışıyorsanız ya birilerine yaranacak ya da Mustafa Hoş’un dediği gibi "yavşaklaşacaksınız".

Türkiye’de entelektüel yetkinliğe sahip, çalışkan bir gencin gazetecilik ve yazarlık yapması imkansızlıklarla örülü. Yayınevi bulunacak tanıdık, işe girilecek tanıdık (sigorta, yol, yemek ve söz verilen maaşlar asla yatmamak kaydıyla), haftada bir yayımlanan gazete ekine yazı gönderilecek tanıdık…Bu akrabalar ve tanıdıklar sultası gazeteciliği sıfırlamıştır. Bunu muhalif maskesi takan ve halkın bilgi alma hürriyetini istismar eden çevreler için söylüyorum. Yanlış hatırlamıyorsam gazeteci Kutlu Esendemir, bir sosyal medya paylaşımında Şirin Payzın ve ekibinin asla kaybetmediğini söylemişti. Evet, Doğan medyasından yuvarlanıyorlar ve yine önümüzü kapatıyorlar. Bu vasat ve niteliksiz liberal ekipten bıktık, usandık! soL gazetesi tam bu noktada önemli bir yere denk düşüyor. Yetenekli, çalışkan ve hayalleri olan yoksul gençlerimiz için bir çıkış imkânı sunuyor. Gençleri "siz hiçbir şey bilmezsiniz, yazarlıktan anlamazsınız" diyerek mücadelenin dışına itmiyor. Yukarıdaki tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki toplumsal kurtuluşu sağlamak ve bu çürümüşlükten mesleğimizi, gazeteciliği çıkarmak istiyorsak kendi mecramıza sıkı sıkıya sarılmalı ve bu mücadeleyi büyütmeliyiz. Bu girişin ardından okuru uzun bir köşe yazısıyla baş başa bıraktığımı biliyorum. Yazıyı sabırla okuyan ve yazının sonundaki kaynakları dikkatle not alacak olan okuruma bu sabrı gösterdiği için şimdiden teşekkür ediyorum.

Kuvvetler ayrılığı masalı üzerine kurulmuş sistemimiz, hayali yalanlarla ideolojiyi şeytanlaştırmış, yıllarca özenle oluşturduğu anti-komünist propaganda sayesinde yoksulları kendi küçük dünyasına hapsetmiştir. Demokrasilerimiz gelişirken, güvencesiz çalışma kural haline gelmiş, iktisadi ‘de-regülasyon’ politikalarıyla sermayenin aleyhine olan tüm kurallar kaldırılmıştır. Bu kuralların içerisinde maden ocağında kazaları önlemek amacıyla işçi sağlığını ve güvenliği tesis eden kurallar da vardır.

Kamu otoritesinin denetleyici gücü öylesine azalmıştır ki; halk adına çocukların kaldığı yurtları bile denetlemekten aciz bir devlet yapısı oluşmuştur. Bu cehennemin oluşturulmasında medyanın iktidar açısından değeri paha biçilemez. Medyada tekelleşmenin hızlandığı dönemlerde gazetelerin sahiplik yapısı, artık gazetecilerin elinde değildi. “Gerçekten de, 1980’li yıllar Türkiye’sinde büyük sermayenin medyaya girişiyle ‘dördüncü gücü paylaşma’ yönünden adımlar atılmış oldu. Medyayı silah olarak kullanma prestij sağlarken, diğer sektörlerden ihale, kredi olanaklarından yararlanma, devlet teşviklerinden olduğu kadar diğer rantlardan da öncelik kapma, medyayı banka ve diğer şirketlerin reklamında kullanma, pazarlama faaliyetlerini arttırma gibi medyanın merkezi İstanbul ile siyasetin merkezi Ankara arasındaki ilişkiler karmaşık hale gelmişti” (Tokgöz,2010). Burada yazılanları dikkatle okuduğunuzda, medyanın artık kamu yararı diye bir derdinin olmadığı açıkça görülecektir. İlişkiler karmaşık hale mi gelmiştir, yoksa daha da berraklaşmış mıdır, bu noktada farklı bir tartışma yürütülebilir. Medya, tekelleşme sonucunda iktidarla yumak haline gelmiş ve bir bütün gibi hareket etmektedir. Böyle bir ortamda kitlelerin sağlıklı tepkiler üretebilmesinin tek yolu kendi alternatif mecralarını oluşturmaktan ya da kitle iletişim araçlarıyla olan bağlarını tamamıyla kesmekten geçmektedir (imkânsız gibi görünen). Alternatif yönelimler denenmiştir; ancak iktidar mekanizmaları bu medya kuruluşlarını kolaylıkla kapatmakta ve yöneticilerini hapse attırmaktadır. Diyalektik olarak kurulan bu bağın hatlarını kesmeden işçi sınıfı lehine sonuçlar elde etmek oldukça zor görünmektedir. Türkiye’de özellikle Doğan Medya'nın başını çektiği bir gazetecilik anlayışı doğmuştur. İlkeleri karmaşıklaştırmaya ya da bulanık hale getirmeye gerek yok; o işi Doğan Medyası yeterince yapıyor. Kural basit: İktidarla iyi geçin, ihaleleri kap, halkı kandır ama dengeli duruyormuş gibi gözük. Yine aynı medya kuruluşu kendi gazeteci tiplemelerini ya da popüler tabirle ikonlarını yaratmıştır.

Ekran önündeki yavru kedilerin sosyal medya aslanlarına dönüşmesi

Tüm neo-liberal dönüşüme rağmen iktidarı elinde bulunduran sınıflar asla elindeki iktidarla yetinmezler. Kendilerine bir kurban seçer ve onu vitrin karşısına çıkarırlar. Kurbanın otoriter olma eğilimleri arttıkça sermaye sahipleri şikâyet eder gibi görünür ve demokrasi havariliğine soyunurlar. Bu havariliğin topluma yansıtılmasında yaratılan gazeteci tiplemesinin rolü oldukça büyüktür. Programların isimleri tarafsızdır ancak "tarafsızlık" nosyonu hayali bir imgeden ibarettir. Sınıflı toplumlarda tarafsızlığın karşılığı, orta yolculuk ve pragmatizm gibi değerlerdir. Ekran önündeki kontrollü ikonumuz sayesinde toplumdaki muhalif kesimlerin rahatlaması uygun bir biçimde sağlanır. İzleyicinin iktidar yandaşına karşı birken öfkesini, özenle seçilen sözde bu muhalif gazeteci, izleyicinin yerine iktidar yanlısı gazetecinin üzerine boca eder. Tüm bu sergilenen oyun şu gerçeği unutmamıza neden olmaktadır: “XIX. Yüzyılın ortalarına doğru modern kimliğini kazanmaya başlayan basın o günlerden bu yana toplumun eli kalem tutan aydınları, yazarları ve düşün insanlarının sahipliğinde ve üretiminde yayımlanmış olup halkı aydınlatmak ve bilgilendirmek misyonu etrafında bir işleyiş göstermişti. Oysa şimdi gazetecilik mesleğinden gelen gazete sahiplerinin yerini başkaları almaya başlamış. Üstelik de basının kamu hizmeti anlayışı doğrultusunda işleyiş göstermesi gereğine aldırmayarak ticari kapitalizmin kazanç amaçlı işleyişini bu alana da aynen aktarmaya başlamışlardı” (Güngör, 2011). Mevcut bu gazeteci tiplemesinin yarattığı etki sosyal medyada kendisine hatırı sayılır bir yer bulmaktadır. Saatlerce aynı teraneyi ya da aynı orta oyununu izlemek yetmiyormuş gibi görünürdeki muhalif medya ve sosyal medyadaki sözde muhalif tiplemeler, aynı kuruluşun bize değer gördüğü rahatlamayı multimedya paylaşımları vasıtası ile sosyal medyadan da pekiştirmektedir. 

Aynı grubun televizyon kanallarındaki meşhur sunucu ve yorumcularının bir kısmı ekran önünde oldukça naif ve saftır. Bazen doğanın yok edilmesine üzülür ve bazen de insanlığın uzay çalışmalarındaki başarılarına birlikte hayret ederiz. Bu kişilerin doğal yeteneklerinden ötürü oraya getirilmiş olmaları zayıf bir ihtimaldir. Yabancı bir dil bilmek ya da entelektüel düzeyde farkındalık yaratacak düzeye ulaşmak görüldüğü kadar ucuz bir iş değildir. Ekran önündeki bu kişiler genellikle başarısını sınıfsal statülerine ya da soyadlarının çağrıştırdıkları şeye borçludurlar. Canlı yayında iktidara mensup birinin açıkça sansür çağrısı yapması ve aynı yayında bu çağrının karşılığını bulması sözde onurlu bu şahıslar açısından oldukça trajiktir. Gençlerin yaşamları ve hatta bu ülkenin çocukları medyanın iktidarla olan kanlı tangosu yüzünden yok olmaktadır. Gazeteciliğin değerli temsilcileri, duyarlı insanlardan gelebilecek tepkileri sosyal medya vasıtası ile engellemektedirler ya da bu tepkileri soğutmaktadırlar. Bunun iki yönlü bir anlamı var: “Ben ekran önünde gördüğünüz o kişi değilim” sermaye açısından karşılığı: “Çalışanlarımızın fikri özgürlüğüne değer veriyoruz ve onların sosyal medya paylaşımlarına karışmıyoruz” ikinci mesaj duruma göre değişiklik göstereceğinden, çalışan kurumuna pek fazla güvenmeden mesajlarını sosyal medya üzerinden topluma iletirse kendisi açısından faydalı olacaktır. Lafı fazla uzatmadan Mars'ta hayat var mı? Ya da kürkleri için öldürülen foklara ne gibi çareler üretebiliriz? Bu gibi sorulara şimdiden yanıt aramaya başlasak iyi olacak. Adana’da ölen çocuklarımız için soru sormanın bedelini yine sorunuzda kurguladığınız dil becerisine bağlı olarak ödersiniz. Hatta patronlarınıza yaranarak belki de kazanabilirsiniz de. Derneklerin kapatıldığı, siyasi partilerin baskı altına alındığı, canlı yayına bağlanmak isteyen vekillerin dahi canlı yayına alınmadığı bir ortamda muhalif insanlar kahraman bulmakta zorlanmayacaktır.

Muhalif cenahın ya da muhalif evrenin pek güzide insanlarının burada atladıkları mesele, sermayenin istediği muhalif figüre sarılmış olmalarıdır. Toplumun kendi içerisinden çıkan gençlere ya da muhalif kimselere neler olduğunu cezaevlerine bakarak rahatlıkla görebilirsiniz. Risk alıyormuş gibi görünüp, ekran karşısında kendisine biçilen rolü oynayanların sonu faşizmin yükseliş ivmesine bağlı olarak değişecektir. Sosyal medyanın aslanlarına ya da ekran önündeki popüler süper kahramanlara olan inancınızı bir an önce yitirmeli ve kendi öz gücünüzün farkına varmalısınız. Anadolu’da bir üniversitede gazetecilik eğitimi almaya çalışan ve gerçekten de gazeteciliği topluma faydalı olmak için yapmak isteyen gençlerin önünü açın. Popüler kültürün esiri olmaktansa o gençlerin imece olarak yapmaya çalıştığı işlere dikkat kesilin ve bu işleri takip etmeye, yaymaya çalışın. Her gün bir kanalda muhalefet mastürbasyonu görevi yapan kirli ellerin samimiyetine inanmayın. Gazetecinin görevi rüzgârın yönünü hesaplamak ve ona göre işler çıkartmak değildir.

Faşizmin medya imparatorluğunu sarsabilmemizin tek yolu yine bizlerin kendi içerisinde oluşturacağı dayanışmadan ve birliktelikten geçmektedir. Kuvvetler ayrılığı ilkesini unutun ve medya, devlet, sermaye üçlü füzyonunu aklınıza kazıyın. Saydıklarım üçlü bir sacayağı oluşturmakta ve birbirlerini tamamlamaktadır. Aklımızdan çıkarmamamız gerekenlere şunu da ekleyelim:

“Kitle iletişim araçları olmasa biz Televole’deki insanları…tanımayarak ahlaktan yoksun kalırız; en iyi insan Reha Muhtar’ın sunduklarından mahrumiyet nedeniyle bilgisizlikten karanlık kalırız. Kitle iletişimi olmasa…Madison Avenue’nin reklam, global kapitalist pazarın tüketim, Televole’nin eğlence kültürünü alamaz kültürsüzlükten çatlardık. Kitle iletişimi olmaksızın biz ifade özgürlüğümüzü nasıl kullanabilirdik ki? Kitle iletişimi bizi bize ve anlayışsız yönetime anlatarak ifade özgürlüğümüzü kullanmamızı ve demokrasiyi geliştirmemizi sağlıyor. Onlar, mesela Star Tv, Show Tv, CNN, Hürriyet Gazetesi, MTV, ELLE dergisi falan olmasa ifade özgürlüğümüzü kim koruyacak? Evde ailece birbiriyle konuşma, yemekten sonra dışarı çıkıp birlikte gezme, kendi eğlenceni kendin yaratma gibi kötü huylardan uzak bir şekilde Tv’nin önünde tıkınarak ve Pokemon gibi uçarak veya Huysuz Virgin’le zararsız bir şekilde günlük eğlencemizi yaparız. Neyi nerede nasıl satın alacağımızı ve tüketeceğimizi, neyin iyi ve neyin kötü olduğunu öğreniriz; kısaca bir zamanlar “Tanrı” bizim kurtarıcımızdı, şimdi kitle iletişim araçları kurtarıyor. Kimi kimden ne için kurtarıyor bu kurtarıcılar? Kimi kime nasıl ve ne için hazırlanıyorlar? Sakın bu sorulara cevap vermek için kafamızı yormayalım; kitle iletişimi bizim için cevapları çeşitli paketlerle kolayca yutacağımız, kolayca hazmedip, kolayca çıkartacağımız şekilde sunmaktadır. Buna kültür deniliyor. Fast-food tıkınıp çıkarma kültürü. Bu kültürün standartlaşmış ve belli şeyleri belli yerlerde yediği, içtiği ve giyindiğiyle kendini özgün ve özgür sanan kitle üretim-tüketim endüstrisinin maymunlaştırdığı bilinç (yani günümüz insanı) Tabii, o insan ne sizsiniz ne de benim! Hep başkaları nedense” (Erdoğan, 2002).

Değerli bilim insanı İrfan Erdoğan’ın belirttiği gibi standartlaşan dünyamızda kendimize biçilen muhalif gömleği, sermayenin bizim için seçtiği kahramanlar arasından beğenmeye zorlanıyoruz ve hatta onların kör birer savunucusu haline geliyoruz. Hal böyle olunca bu tiplemeleri eleştirdiğinizde karşınıza popüler tiplemelerin gönüllü paryaları çıkıyor. ‘Zaten kimse kalmadı bir de utanmadan onları eleştiriyorsun’. Bu serzeniş teslim olmuşluğun ve çaresizliğin çıplak bir yansımasıdır. Popüler kültürün ya da sermayenin sahnenin önüne çıkardığı kişileri beğenmek zorunda değilim. Saymazları, Mengüleri ve Çapa’ları takdir etmekle yükümlü değil, bilakis eleştirmekle yükümlüyüm. Bulundukları kurumların yayın politikaları bu kişileri ilgilendirmez diye bir bakış açısı geliştiremeyiz. Onuruyla yaşamanın bedelini ödeyen ve adını dahi bilmediğimiz yüzlerce ya da binlerce kahramanı, görmezden gelemeyiz. Sermayenin seçtiği köşe yazarları veya ekran önündeki popüler soytarılar daha çok para alsın diye basın emekçisinin çektiği çileyi es geçemeyiz.

Bugün artık muhalefetin düştüğü durumu değerlendirecek olursak hapishanelerin bile bir anlamı kalmamış durumdadır. Faşizmin şekil verdiği medyanın seçtiği kişileri izlemeye zorlanıyorsak eğer, içerisi ve dışarısı arasında bir fark kalmamıştır.

“Büyük endüstrinin gölgesinde hayatta kalabilmiş girişimcilerin kendi aralarındaki uyuşmazlıkları çözmek için hala işlemeye devam eden medeni hukuk bir tür hakemler kuruluna; sistemin altındakilere yönelik olan ve haksızlığa uğrayanların çıkarlarını yetersiz de olsa koruyan adalet sistemi ise terör haline geldi… Faşizm, diğer erklerle olan ilişkileri çerçevesinde, gizli anlaşmalarla ikame ettiği devlet ve toplum sözleşmelerinden bir tek, uşaklarının insanlığın geri kalanına serbestçe uyguladığı genel geçer olanın cebrine iç işlerine izin verir. Bütünsel devlette ceza ve suç batıl inanç artıkları diye tasfiye edilir ve karşı gelenlerin açıktan açığa köklerinin kazınması, siyasal hedeflerinden emin olan suçların rejimi altında bütün Avrupa’ya yayılmaktadır. Cezaevi toplama kampının yanında eski güzel günlerin bir anısı gibi kalır; tıpkı eskilerden kalan ve hakikati o zamandan ele veren duyuru gazetelerinin, kuşe kâğıda basılan ele alınan konu Michelangelo olsa bile yazınsal içerikleri bakımından duyurudan çok iş raporu, egemenlik simgesi ya da reklam işlevi gören magazinlerle kıyaslandığında olduğu gibi. Bir zamanlar tutuklulara dışarıdan dayatılan tecrit şimdi genel olarak bireylerin iliklerine kadar işledi. Bireylerin iyi eğitilmiş ruhları ve mutlulukları bir hapishane hücresi kadar kasvetlidir. Erk sahipleri artık bu hücreler olmadan da yapabiliyor; çünkü tüm ulusların emek gücü ganimet olarak ellerine geçmiştir. Hapis cezası toplumsal gerçekliğin yanında sönük kalır” (Adorno, Horkheimer, 2010).

* Güngör, N. (2011) İletişim Kuramlar Yaklaşımlar. 1. Baskı, Ankara: Siyasal Kitap Evi.
* Erdoğan, İ. (2002) İletişimi Anlamak. 1.Baskı, İzmir: Erk yayınları.
* Adorno-Horkheimer. (2010) Aydınlanmanın Diyalektiği. 1.Baskı, İstanbul: Kabalcı yayınevi.
* Tokgöz, O. (2010) Temel Gazetecilik. 8. Baskı, Ankara: İmge Kitap Evi.