Şunu söyleyebilirsiniz, tüm bu yapılanlar 'zamanın ruhuna' ve şartlarına bakarak değerlendirilmelidir. Tarih böyle okunmalıdır. Böyle denilir. Güzel… Amenna öyledir ben de öyle okuyorum zaten. Ama günümüzde, yapılan densizliklere kılıf ararken 'Kılıç Hakkı' türünden, insanı insanlığından utandıran kavramlara iştahla sarılmak, tarihin lanetli çöplüğünden çıkartıp yapılan garabetlere payanda yapmaya kalkmak neyin nesi acaba. 

Kılıç hakkı olarak ganimetin paylaşımı

İlber Ortaylı göstermedi. Murat Bardakçı da göstermedi. Bu ikisi anlatmakla yetindiler. Gösterilmeyince görmemiş olduk. Mutafa Armağan gösterdi. Abdestli tarihçidir… Bir tv kanalındaydı… Göstermek için ayağa kalkıyor. Bir elinde hayali bir kılıç diğer elinde hayali bir hutbe metni… Hayali kılıcı havaya kaldırıyor. Fena halde havaya girmiş... Mustafa Armağan; bundan böyle imamların bir ellerinde hutbe metni, diğer ellerinde kılıç olduğu halde minbere çıkmalarını ve hutbelerini bu şekilde irat etmelerini canlı yayında teklif olarak sunuyor. Ve ardından bunun “harika bir atmosfer oluşturacağını” ilave ediyor ki bu ilaveden kendi teklifini pek çok beğendiğini de anlıyoruz. Mustafa hayali bir kılıçla hayali bir kiliseyi hayali bir camiye dönüştürmüş oluyor. 

Amenna ve saddakna. 

Anlaşıldı. Demek ki kılıç hakkı, kılıç zoruyla fethedilen şehirlerin farklı inanç sahibi ahalisinin mabetlerinin, bu genellikle kilise oluyor, ihtiyaca göre bir ya da daha fazlasının camiye dönüştürülmesi oluyor.

Kılıç hakkının bir anlamı daha var. Padişahın, yaptığı hizmet karşılığında sipahi takımına verdiği toprak parçasına da kılıç hakkı diyoruz. Bu genellikle yeni toprakların, hadi “zaptı” diyerek  kalp kırmayalım, fethi sonrasında ganimetten düşen pay olarak tarif ediliyor. “Fetih” diyoruz. “Zapt” dememek için özen gösteriyoruz… Sanki “Fetih” daha barışçıl, daha bir yumuşak gibi. Sanki ilkin karşı tarafın ahalisinin gönlünü çelmişiz de kılıcı sadece gönlünü çelemediklerimize, fazla hırpalamadan zarif bir şekilde sallıyormuşuz gibi. 

Peki başka?

Var. 

Ganimeti elde etmenin şehvetiyle sıkça ve keyifle kullanılan bu kavramın, dillere dolanan “İslam barış, kardeşlik, sevgi dinidir” tekerlemesini  fena halde zedelediğini düşündüğüm bir tanımı daha var. O da savaş sonrasında elde edilen taşınır, taşınmaz malların yanı sıra; tıpkı deve gibi, at gibi, koyun gibi ganimet mallar sınıfından sayılan erkek, kadın, çocuk cinsinden “eşrefi mahlukatın” her türden tasarruf hakkının galiplere bırakılıyor olmasıdır. 

Buna da kılıç hakkı diyoruz. 

Şimdi ben “eşrefi mahlukatın” da kılıç hakkı olduğunu, ganimetin kılıç hakkı anlamına geldiğini, hani itiraz ediyorlar ya, nereden okumuş, öğrenmiş olabilirim diye düşünürken; takipçisi olduğum hem gayet İslamcı hem de Osmanlıcı “Akit” yazarı Yavuz Bahadıroğlu imdadıma yetişiyor. Müslüman adamdır, konuya vakıf olduğu hususunda güvenim tamdır. Aktarıyorum:

“…Şehir ya da kale zorla alınırsa, o zaman devreye Ganimet Hukuku girer. Buna göre fethedilen bölgenin insanları köle, malları helaldir. Fethedenler istedikleri gibi tasarruf etmekte özgürdürler. (…) Ayrıca da kılı kırk yaran Osmanlı ulemasından asırlar boyu bu konuya ilişkin olarak hiçbir itiraz gelmemiştir. (…) Ganimetin beşte biri devlet hazinesine irat kaydedilir, beşte dördü ise ‘kılıç hakkı’ olarak askerlere bölüştürülürdü…” (Y.B, Akit, 1 Mart 2013)

Bunu saymayız derseniz Rahmi Er’e başvurum. YÖK üyesi koskoca profesör. Bakın ne demiş:

“…Zira tekrar edelim ki; Ayasofya, şahıs malıdır. Fatih’in kılıç hakkı, ganimet payıdır.” Bu da Türkiye internet sitesinden.

Bunlar bir kenarda not olarak dururken, ganimetin, ben kılıç hakkı olarak okumakta ısrarlıyım, bölüştürme biçimine kısacık da olsa değinmek durumundayım. Bölüşümün zamanın ruhuna göre değişkenlik gösterdiğini görüyoruz. Mesela hep beşte dört değil. Beşte dört zaman içinde, beşte birin değişmiş hali olarak karşımıza çıkıyor.

Bölüşüm biçimi önemlidir. Zira ilk başlarda tartışmalara neden oluyor. Biçimi Allah ve peygamber belirliyor. Gayet yalın ve basit… Allah ayet indiriyor. Peygamber uyguluyor. Sizi bilemem ama ben özellikle de İslam’ın ilk dönemlerinde, henüz daha başlarda müşriklerin vurulan kervanlarından ele geçirilen ganimetlerin paylaşımının hakkaniyetli olmadığını, savaşçılara adilane davranılmadığını düşünüyorum. Zira ganimet yalnızca Allah ve Resulü arasında pay ediliyor. Enfal suresinin birinci ayeti şöyle:

“Ey Resulüm, sana harp ganimetlerinin hükmünü sorarlar. De ki: Ganimetler Allah’ın ve Peygamberinindir. Artık Allah’tan sakının ve aranızı ıslah edin ve inanmışsanız Allah ve Peygamberine itaat edin.” 

Bir süre sonra bölüşüm şeklinde bir tuhaflık olduğunu, sanki pek de eşitlikçi olmadığını düşünenler peydahlanıyor. Okumalarımızdan bunun Bedir Savaşı sonrasında olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca sahabe arasında tatsızlıkların, hoşnutsuzlukların ortaya çıktığı ve savaş heveslerinde de bir iştahsızlık, kılıç sallarken bir keyifsizlik peydahlandığı gözlemleniyor. Savaşçılar da kılıç hakkı olarak ganimetten pay istemeye başlıyorlar. Çözüm bulmak gerekiyor. Bulunuyor:

Enfal suresinin kırk birinci ayeti iniyor ve kılıç hakkında paylar değişiyor. Allah ve Peygambere ve Peygamberin hısımlarına bir pay, savaşçılara dört pay verilerek uzlaşma sağlanmış oluyor. Sorunun tümüyle çözülmesi Peygamberin ölümünü takip eden günlerde oluyor. Peygamberin payı “sakıt” olurken hısım akrabasına verilen paydan tamamen vazgeçiliyor.

Malı mülkü anladık da köleleştirilmiş esirleri ne yapacağız?

Payımıza düşen kölelere deve, davar, keçi çobanlığı yaptırabiliriz. Ev hizmetlerinde kullanabiliriz. Tarlada çalıştırabiliriz. Fidye karşılığı azat edebiliriz. Takas edebiliriz. Hediye edebiliriz. Özgürlüğüne kavuşturabiliriz. Cariye olarak kullanabiliriz. Hakkımızda hayırlı olacağını düşünüyorsak öldürebiliriz.

Farkındayım son seçenek sevimsiz oldu. Sevimsiz olandan iki örnek vermek istiyorum. Biri Peygamberden ikincisi Fatih Mehmet’ten.

İslam Ansiklopedisinden öğreniyoruz; İslam’ın ilk dönemlerinde Medine’de yaşayan üç büyük Yahudi kabilesinden biri Beni Kurayza kabilesidir. Tarım ve ticaretle uğraşıyorlar. Medine’nin en zengin cemaatidir. Medine’ye bir müşrik saldırısı olması halinde Müslümanların yanında savaşmak için imzaladıkları sözleşmeye uymadıkları iddiasıyla yaşadıkları mahalle kuşatılır. Sonrası şöyle:

“…Peygamberin emri üzerine ölüm cezasına çarptırılan bütün savaşçılara (sayıları 900 civarında) infazdan önce yiyecek ve içecek verilmiş, Tevrat okumalarına müsaade edilmiştir. Sayıları bin civarında olduğu sanılan kadın ve çocuklar sahabelere dağıtılmıştır. Peygamber henüz buluğ çağına gelmemiş çocukların annelerinden ayrılmamasını ve öksüzlerin sadece Müslümanlara satılmasını istemiş kendisi de Reyhane bint Zeyd’i safi olarak seçmiştir…” Bu örneği seçmemin nedeni kılıç hakkı olarak elde edilen ganimetin öldürme, köleleştirme, ticari mal ve cariye yapma gibi çeşitli tasarruf biçimlerini aynı anda barındırıyor olmasıdır.

Fatih Mehmet örneğine gelince, onu “Osmanlıda Köleliğin Sonu” kitabından, Y. Hakan Erdem’den aktarıyorum:

“2. Mehmet, 1473’te Türkmen lider Uzun Hasan’a karşı yürüttüğü başarılı bir sefer sonrasında ele geçirdiği 6.200 savaş tutsağının, İstanbul’a dönüş yolu üzerinde her Anadolu kentinde 500’er kişilik gruplar halinde idam edilmesini emrederek daha acımasız bir seçeneğe başvurmuştur…” 

Tam bu noktada Fatih Mehmet’e arka çıkmak durumundayım. Hakan Erdem, Fatih Mehmed’in başvurduğu seçeneği “acımasız” bulabilir ancak gayet İslamiktir. Tamam esirleri İstanbul, Bursa gibi büyük köle pazarlarına götürüp satmak da bir seçenektir. Hatta bunun gayet insani olduğunu düşünenler olduğunu biliyorum. Ancak bu durumda arz fazlası olacağından fiyatlar düşecektir, yol boyu yedikleri içtikleri de hesap edildiğinde astarı yüzünden pahalı olacaktır. Bana kalırsa Fatih Mehmet iktisadi temelli bu seçeneği diğer seçeneklerle birlikte değerlendirmiş, haklarında hayırlı olacağını düşünerek kılıç hakkını idam yönünde kullanmıştır.

Geldik bugüne ve sonuç: Şunu söyleyebilirsiniz, tüm bu yapılanlar “zamanın ruhuna” ve şartlarına bakarak değerlendirilmelidir. Tarih böyle okunmalıdır. Böyle denilir. Güzel… Amenna öyledir ben de öyle okuyorum zaten. Ama günümüzde, yapılan densizliklere kılıf ararken “Kılıç Hakkı” türünden, insanı insanlığından utandıran kavramlara iştahla sarılmak, tarihin lanetli çöplüğünden çıkartıp yapılan garabetlere payanda yapmaya kalkmak neyin nesi acaba.