'Türkiye Libya’da akılcı davranırsa' diye cümleye başlayabilenleri, 'akılcı' sözcüğü ile ülkeyi yönetenleri şart kipiyle dahi olsa aynı cümleye sığdırabilenleri hayretle izliyorum.

Kıbrıs değil, gelecek güzel günlere dair...

Geçen haftayı çok önemli bir dış politika krizi yaşamadan geçirdik. Akepe Türkiyesi’nde bunun bile çok önemli bir haber değeri var. Diyeceksiniz ki: “Kıbrıs konusunda düzenlenen gayrı resmi toplantı taraflar arasında herhangi bir uzlaşıya varılamadan dağıldı ya daha ne krizi olacak?”

Bu toplantıyla ilgili görüşlerimi 27 Nisan günü soL’da yayınlanan söyleşide anlatmış olduğum için uzun uzun söz etmeyeceğim. Belki zirvenin sonuçları bakımından özetle şunları vurgulamakta yarar var.

1) Birleşik Krallık, Kıbrıs sahnesine etkin bir aktör olarak geri döndü.

2) Türk tarafı Rauf Denktaş’ın bu yüzyılın başında ortaya atmış olduğu “iki devletlilik” tezini yeniden masaya getirdi.

3) Rum/Yunan tarafı “bu öneriyi görüşmeyiz” dedi ama bütün kapıları da kapatmadı.

4) BM Genel Sekreteri Guterres, müzakerelerde ilerleme kaydedilemediğini, ortak zemin bulunmadığını teslim etmekle birlikte çabalarını sürdüreceğini de söylemekten geri durmadı.

5) Masa devrilmedi. Muhtemelen sonbahar aylarında taraflar yeniden masaya oturacaklar.

Öyle görünüyor ki, Kıbrıs meselesi, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu çok daha geniş çaplı diplomatik sınamaların oluşturduğu denklemde belirleyicilik vasfını yitirmemiş bir öge olarak yerini koruyacak ama bir süre daha kendi başına bir kriz unsuru olarak öne çıkmayacak.

Türkiye’de dış politika analizi yapmaya çalışırken karşılaştığım en önemli güçlüğe geliyorum şimdi. Bu alanda kalem oynatanlara bakıyorum da, tıpkı benim bir üstteki paragrafta dile getirdiğim formülasyon gibi, okuyana “vay be, ne güzel cümle kurmuş adam!” veya “çocuk konuyu biliyor” dedirtme amacı taşıyan cümleler, paragraflar yazıyor, geleceğe yönelik tahminleri art arda sıralıyorlar. Oysa gözümüzü dışarıdan içeriye doğru çevirirsek ayaklarımızın yerden bir hayli yüksekte olduğunu, ilerlediğimizi sanırken aslında boşlukta bacaklarımızı oynattığımızı da görebileceğiz.

Bu koşullarda, dış politikada “şunu yaparsak bu olur, bunu yaparsak şöyle sonuçlanır” diye kendimize göre akılcı, gerçekçi öngörülerde bulunmak bir anlam taşımıyor. Türkiye iktidarı ve düzen içi muhalefetiyle gerçek ötesi bir düzlemde bulunuyor. Bir taraf kişiselleştirilmiş bir iktidarı bir hafta daha sürdürebilmek için mali ve siyasi kapital arayışını sürdürürken, diğer taraf da uluslararası sermayeye ve onun ülke içindeki uzantılara “senin hükmünün sürmesi için asıl güvence benim” mesajları göndererek muhayyel bir seçimde işbaşına gelmenin hesaplarını yapıyor. Bu arada ülkenin kasası boşaltılır, emekçileri yoksullaştırılırken doyma hissinden yoksun birileri hesapsızca zenginleşiyor. 

Hiçbir bakımdan olağan bir durumda değiliz ki “gönül rahatlığıyla” dış politikayı irdeleyebilelim. Ben bu satırları yazarken para ve iktidar hırsından salgınla mücadele etmeyi “unutan”, virüsü çok daha eski ve alçak bir başka mikropla, gericilikle tedavi etmeye kalkışan bir zihniyetin denetimindeki ülkenin kolluk güçleri plajlarda kimlik kontrolü yapıp denize giren vatandaşları ayıklıyorlar. Diğer yandan milyonlarca emekçi tıkış tıkış servislerde ve sağlıksız çalışma mekanlarında, Ali’nin, Ferit’in, Tuncay’ın ve benzerlerinin servetlerindeki artış durmasın diye kölelik koşullarında çalıştırılıyorlar. Kolluk güçlerinin yöneticisi olarak atanan şahıs sokaklarda işkenceyle gözaltına alınanların görüntüleri çekilmesin diye getirilen yasağı özel hayatın korunmasıyla ilişkilendiriyor. Öyle bir özel hayat kavramından söz ediyoruz ki, Anayasası’nda laik yazan ülkede içki satışı yasaklanınca zedelenmiyor da, 1 Mayıs’ta emeğin hakkını savunmak için sokağa çıkan yiğit insanlara yapılan eziyet görüntülenince yerle yeksan oluyor.

Halka yalan söylemenin hiçbir bedeli yok. En azından şimdilik yok. Yaşlı başlı bir adamcağız, emperyalizmin CEO’su ile taşra sorumlularından birinin görüşmesinin dünyanın bildiği içeriğiyle ilgili olarak “Osmanlı tokat”lı palavralar sıkabiliyor. Yıllardır ülkenin başka yörelerinde de gördüğümüz gibi, İkizdere’de tam teçhizatlı kolluk kuvvetleri, Türkiye halkının sırtına binmiş bir asalağı daha da zengin edebilmek için  yöre insanlarını üstün bir başarıyla “helak” ediyorlar. Bunun hesabı sorulmuyor. En azından şimdilik sorulmuyor.

Bu tablonun karşısında oturup “Türkiye Libya’da akılcı davranırsa….” diye cümleye başlayabilenleri, bir başka deyişle, “akılcı” sözcüğü ile ülkeyi yönetenleri şart kipiyle dahi olsa aynı cümle içine sığdırabilenleri hayretle izliyorum.  

Kişisel bir dokunuşla devam edeyim: 2015 yılında Dışişleri Bakanlığı’ndan emekli olmaya karar verdiğimde, gerek meslektaşlarım gerek yakın çevrem “hakikaten sana haksızlık yaptılar, büyükelçi de olamadın” benzeri ifadelerle tepki veriyorlardı. Büyük bir çoğunluğa şunu anlatmakta başarısız olduğum için bir kez buradan yazayım. Bana haksızlık filan yapılmadı. Ülkenin başına çok kötü bir “şey” geldi. O kötülükle boğuşmaktan daha önemli hiçbir şey yok.

Soyuttan somuta gidersek; Dışişlerine golf oynayanın değil de, bağlama çalanın gelmesi, Avrupa Birliği’nden göçmen pazarlığı için  gelen misafirlere bir değil iki sandalye konulması, S-400’lerin Tuz Gölü’nün altına gömülüp, üstüne F-35 pisti yapılması, NATO’nun geleceğine dair belgelerde bir yerine sekiz imzamızın bulunması, Sisi diktatörlüğü ve  Netanyahu faşizmiyle aynı anda  kol kola girilmesi, gayrı meşru yönetimlerini güvence altına almak için gereken bedeli Filistinlilerin kanlarıyla ödeyen Körfez feodalleriyle barışılması son tahlilde kaderimizi değiştirmeyecek.

Türkiye emekçilerinin bu sömürü düzeninden, gericilikten, halkını bir yük olarak gören zihniyetten kurtulması ve çevre ülkeleri başta olmak, bütün dünyaya da öncü olması gerekiyor. Bunun da tek bir yolu var örgütlenerek direnmek. 

Bunu başardıktan sonra Sosyalist Cumhuriyet’in dış politikasının teknik ayrıntılarını, bizim meslek erbabının pek sevdiği deyimle “lö’sünü, la’sını”, enine boyuna ve iç rahatlığıyla tartışabiliriz.