Onca sabır ve duadan sonra yakışan ne olurdu? Belanın önümüzde bizi beklemekte olan mübarek ramazan ve onu taçlandıracak bayram günlerinin sonunda ya da onunla birlikte başımızdan savuşup gitmesi. Öyle de oldu.

Kendi ayağına sıkan cumhuriyet

Asıl yazmaya niyetlendiğim, şu korona morona bahsinde, daha en başta, bugünlerde açıklanan gevşeme-rahatlama niyetleri hiç ortada yokken yaptığım erken, bir o kadar da fantezi görünen tahminim ile ilgiliydi. Çok yakınımdaki birkaç kişi dışında kimseyle paylaşmamıştım. Dolayısıyla, onların tanıklık edeceklerinden her ne kadar emin olsam da, “Vay be, adam daha fol yok yumurta yokken söylemişti!” biçimindeki şaşkınlık, hayranlık ve hatta kıskançlık dolu övgüleri kaçırmış oldum. Ne denebilir, sağlamcılığın fazlası işte böyle fırsatların kaçırılmasına yol açar bazen!

O konuyu yazabilirim diye düşünürken, haftanın ilk gününde Dr. Ebru Basa ile soL’da yapılan söyleşiyi okudum ve orada, söz arasında değinilmiş bir bilginin hatırlattıklarına değinmemek olmaz, dedim.

Böyle bir sonuç çıktı ortaya: Bir değil iki ayrı yazı sanki. İçerik açısından yazı denecek boyuta ulaşır mı göreceğiz, ulaşmazsa, iki ayrı not demiş olalım daha en baştan.

***

Salgın gerçeği resmen kabul edilmeden önce, demek Mart ayının ilk haftasında , bu belanın ne zaman defedileceğine, daha doğrusu, bunun müjdesinin verileceğine ilişkin bir kestirimde bulunmuştum. İzleyen günlerde, bu konuyu biraz kafamda dolaştırdıktan sonra, en yakın çevremdeki birkaç kişiye şaka yollu anlattım. İlk resmi açıklamalar geldiğinde, hele reis hazretleri konuya ilişkin ilk konuşmasını yaptığında, aklımdan geçenin bir şaka değil, gerçekleşme olasılığı en yüksek durum olduğu kanısına ulaştım. O konuşmada bu belanın “sabır ve dua ile” atlatılacağı vurgulanıyordu. Nitekim hemen ardından, her yatsı ezanında hoparlörlerden gürül gürül dualar okunmaya başladı. Hâlâ devam ediyor, malum.

Onca sabır ve duadan sonra yakışan ne olurdu? Belanın önümüzde bizi beklemekte olan mübarek ramazan ve onu taçlandıracak bayram günlerinin sonunda ya da onunla birlikte başımızdan savuşup gitmesi. Öyle de oldu. Aslında ben arife günü nokta konup bayramın ilk gününe tam bir huzur içinde girilmesini bekliyordum ya, bayramın getireceği muhabbet ortamının “sosyal mesafe” adı verilen mucize reçeteyi aksatacağını ilim irfan sahipleri  hatırlatmışlar, anlaşılan. Üç gün daha dua edip oturmanın zararı olmazdı.  Pazartesi günü irat edilen “ulusa sesleniş” nutkunun özü, ertesi günkü resmi gazetelerde “çifte bayram” manşetleriyle muştulanıyordu.

Gerçi, erken gevşemenin tehlikeli olduğunu, ikinci dalgaya yol açabileceğini ileri sürenler de az değil. Ama ahali içinde, her türlü riske rağmen çok kötü koşullarda çalışmak zorunda bırakılan emekçiler dışında, özellikle benim gibi KYT (koronoda yaşa takılanlar) kapsamındakiler felaket bunaldıkları için bu sabır ve dua ürünü serbestliği dört gözle bekliyorlar.

Ancak, ikinci dalga olur mu, olursa nasıl olur ve benzeri sorular bir yana, hazır biliciliğe başlamışken, yaz aylarında bizi bekleyen bir başka yeni dalga olasılığını da şimdiden akıllara düşürmekte yarar var.

Hac farizası yaklaşıyor. Henüz kesinleşmeyen bu yılki uygulamanın farklı olacağı ve Haziran sonlarından Eylülün ilk günlerine kadar sürebileceği sanılıyor. Dünyanın dört bir bucağından gelecek iki milyonu aşkın insan, yaklaşık bir ay kadar bir süre içinde küçük bir alanda dip dibe olacaklar. Umre ziyaretine giden ve dönüşlerinde bir yığın sıkıntıya yol açan mümin sayısı sadece 21 bin idi. Oysa, hacca gitmek üzere başvurularını yapmış, kuraya girerek kazanmış ve resmen hacı adayı olmuş yurttaşlarımızın sayısı bunun tam dört katı; 83 bin kişiyi aşıyor. Onlar gidecekler, çeşitli ibadetleri topluca yerine getirecekler, dönüp gelecekler. Ondan sonra tebrik ziyaretleri başlayacak, zemzem suları, hurmalar, şunlar bunlar… Bundan elverişli yeni dalga ortamı mı olur?

Yine de hiçbir çözüm yok denemez. Bir kez, bundan önce de birçok hac iptali olmuş. Öğrendiğime göre, bu yıl da yapılmazsa, kırkıncı olacakmış. Demek, hiç görülmemiş bir durum değil.

Bu yıl da iptal edilir mi? Bizdeki hükümet tarafından böyle bir karar alınması beklenemez herhalde. Gerçi, yetkililer, ilk taksitlerden sonrakilerin şimdilik yatırılmamasını istemişler  bizim hacılardan. Devlet bunlardan belli bir parayı, taksit taksit alıyor; buradaki taksit, o taksit. Bu uyarının Suudiler tarafından gelen bir işaret ya da resmi bilgilendirme sonucu olduğu anlaşılıyor.

Zaten, görünen o ki, asıl umut onlarda. Bu yılki hac ziyaretlerini iptal edebilirler. Ancak, bu olasılığı güçlendiren ve zayıflatan etkenler var. Örnek olsun, Suudilerin bütçe gelirlerinin yüzde sekseninden çoğu petrolden geliyor. İkinci sırayı turizm ve özellikle bu din turizmi alıyor ama, açık ara farkla. Dolayısıyla, iptal kararı ekonomik açıdan çok da sorun yaratmayabilir. Buna karşılık, son aylardaki petrol fiyatları krizi, sıkıntı işaretleri vermiş görünüyor. Üstelik, birkaç yıldır, gelir kaynaklarını petrol dışındaki alanlara doğru zenginleştirmek biçiminde dile getirdikleri ve çok önem verdikleri bir hedefleri var.

Yanı sıra, başka bir etken olarak, adı geçen devletin ABD ile sıkı fıkı ilişkileri de tabloya eklenebilir.  Bunun sözü edilen kararı nasıl etkileyebileceği ya da bir etkisinin olup olmayacağı ise çok fazla spekülasyona açık, ayrıca uzatmaktan başka neye yarayacağı belirsiz bir konu. Öyleyse, burada bırakalım.

Bırakalım ve ilkiyle büsbütün de ilgisiz sayılamayacak ikinci konuya geçelim.

***

Bu Pazartesi günü soL’da yayımlanan öğretici söyleşisinde, aşılamanın önemini anlatır ve aşı karşıtlığına değinirken, Dr. Basa’nın şu söyledikleri özellikle dikkatimi çekti:

“Güncel aşı karşıtlığının giderek örgütlü bir orta sınıf tavrına dönüşmesinde ise dinci gerici ideolojilerin güçlenmesinden öte sağlığın metalaşmasının yanı sıra bilimsel düşünceden uzaklaşılmasının, tarihsel materyalist yöntemin yerine ikame edilen bilinemezci, öznel idealist tüm yorumlama biçimlerinin yaygınlaşmasının belirleyici olduğunu düşünüyorum. Örneğin Türkiye’de çocuklarına aşı yaptırmamak üzere dava açan ilk ebeveyn Cumhuriyet savcısı bir baba ve öğretmen anneden müteşekkildi yani Cumhuriyet kurumlarında eğitim görmüş, Cumhuriyet kurumlarında hizmet vermekte olan kişilerdi.

Türkiye’de aşı karşıtlığının ve kararsızlığının ortaya çıkmasında ve hızla yayılmasında Anayasa Mahkemesi'nin konuyla ilgili verdiği iki karar belirleyici oldu. Uşak ve Mersin’de iki ailenin çocuklarını aşılatmak istememeleri ve konuyu yargıya taşımaları üzerine Anayasa Mahkemesi 2015 ve 2016 yıllarında bağlayıcı nitelikte iki karara imza attı.”

Burada sözü edilen “ilk “ olma onuruna ulaşmış iki kişinin ikisi de cumhuriyetin kurumlarında eğitim görmüş yurttaşlardı gerçekten. Peki, ya onların bir önceki eğitim basamakları neydi? Ebru ona değinmemiş, ama hiçbir kaynağa bakılmadan, yüksek olasılıkla onların ikisinden birinin, belki de ikisinin birden imam hatip mezunu oldukları öne sürülebilir. Cumhuriyetin bütün siyasal kadroları, hâlâ onun kurucusu olmakla övünenler dahil, bu tür okulları açmakta ve kollamakta birbirleriyle yarışmışlardır. O söyleşide adı geçen ve aşı karşıtlığını güçlendiren kararların sahibi yüksek mahkeme ise cumhuriyetin kendini savunmasının önemli uğraklarından biri olan 27 Mayıs’ın ürünüdür. Herhangi bir laik cumhuriyette varlığı düşünülemeyecek bir devlet kurumu olarak “din işlerini” tek bir dinin, tek bir mezhebinin kurallarına göre yürütmek üzere kurulmuş bir kamu kurumunun, başka imkânlar ve destekler bir yana, her yıl devlet bütçesine konulan, tek tek ve topluca birçok bakanlığın çok üstündeki kaynaklarla beslenen devasa bir kuruluşa dönüştürülmesinde de,  belki pek az istisna ile, yine bütün o kadroların katkısı vardır. Aynı kurumun bireysel ve toplumsal hayatın her alanına karışabilir konuma getirilişinde ise son dönemin ağırlıklı payını belirtmek gerekir.       

Bu söyleşiyi okuduktan sonra, aynı günün akşamı “ulusa sesleniş” konuşmasını dinlediğimde, 1923 cumhuriyetinin geldiği ve getirildiği durumu nitelemek bakımından şuna benzer bir saptamanın yerinde olabileceğini düşündüm: Bizim bu cumhuriyetimiz, kendi ayaklarına sıka sıka, ileriye gitmek şöyle dursun, hemen hiçbir saldırıya karşı koyamayacak kadar felç olmuştur. Başka bir anlatımla, 1923 cumhuriyetimizin tarihi, kendi ayaklarına kurşun sıkarak kendini felç etmenin tarihi olmuştur, denilebilir. Ancak, bunu bizim cumhuriyetimizin biricik, kendine özgü, “sui generis” özelliği olarak görmektense, diyalektiğin özünü oluşturan karşıtların birliği ve çatışması yasasının özgül bir belirişi (tezahürü) saymak yerindedir.

Bugüne ve geriye bakılarak yapılabilecek böyle bir saptamanın ileriye dönük uzantısının da şu olması doğal görünüyor: Ülkemizin yepyeni bir cumhuriyete ihtiyacı apaçık ortadadır.

***

Okuyucular bu yazıya 1 Mayıs günü erişebileceklerine göre, onların 1 Mayıs bayramlarını, daha doğru kullanımı ile işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününü kutlayalım. Yalnız, yıllardır söyleyip durduğumuz marşta haykırıldığı gibi, bunun “devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı” olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Öyle bir yol ve orada ilerleyen bir halk yoksa, kim neylesin Mayıs ayının birinci gününü…