Tarih 17 Nisan 1980. CHP Adana İl Başkanı Avukat Ahmet Albay ülkücü Selahattin Büyüköztekin’e MHP il binasında verilen talimatla silahlı saldırıya uğradı.

Kenan Evren’in ruhunun şad olduğu bir Türkiye

Tarih 17 Nisan 1980. CHP Adana İl Başkanı Avukat Ahmet Albay ülkücü Selahattin Büyüköztekin’e MHP il binasında verilen talimatla silahlı saldırıya uğradı.

Albay, Maraş Katliamının müdahil avukatlarından biriydi ve diğer müdahil avukatlardan Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu ise 3 Şubat 1980’de katledilmişti. Ahmet Albay aynı zamanda 28 Eylül 1979’da yine ülkücüler tarafından katledilen Cevat Yurdakul’un ailesinin de avukatıydı.

Albay, yaklaşık iki haftalık bir yaşam savaşının ardından hastanede yaşamını yitirdi, öldüğünde 33 yaşındaydı.

Albay cinayetini, Mustafa Kulkuloğlu ve Zeki Tekiner cinayetleri izledi. 7 Haziran’da katledilen Kulkuloğlu CHP Kayseri İl Başkanı, 17 Haziran’da katledilen Tekiner ise CHP Nevşehir İl Başkanı’ydı. 

Kayseri-Adana-Nevşehir hattında işlenen bu cinayetler elbette ki bir tesadüf değildi. Sıkıyönetim’in Ülkücü Gençlik Derneği’ni kapatma ihtimaline karşı 9 Mart 1980’de Ülkü Yolu Derneği kurulmuş, Genel Başkanlığa Muhsin Yazıcıoğlu, 2. Başkanlığa ise Abdullah Çatlı seçilmişti ve Çatlı Nevşehirliydi. 

Zeki Tekiner’e yönelik ilk suikast girişimi 11 Şubat 1980’de vuku buldu. Tekiner evinin kapısının önünde üç kişi tarafından silahlı saldırıya uğradı ama aldığı iki kurşun yarasıyla kurtuldu. İkinci suikast ise 17 Haziran günü gerçekleşti. Tekiner, CHP üyesi Yavuz Yükselbaba’nın bakkal dükkânında saldırıya uğradı ve yaralı olarak hastaneye ulaşmasına rağmen yaşamını yitirdi. Yükselbaba ise olay yerinde hayatını kaybetti. 

Mehmet Onur Miman ve Uğur Coşkun adlı katiller dört gün boyunca Nevşehir’de saklandılar ve Ülkü Yolu Derneği İç Anadolu sorumlusu Ömer Ay tarafından Kayseri’ye kaçırıldılar. Ömer Ay ve katiller 1 Haziran’da Çatlı’dan aldıkları bir arabayla evin etrafında keşif yapmışlar, Ay kendilerine “Gün Sazak cinayetine misilleme olarak solcuların avukatlığını yapan ve Nevşehir’de tüm solu örgütlediği düşünülen Avukat Mehmet Zeki Tekiner’in öldürülmesi kararının alındığı”nı söylemişti.  

Ömer Ay 12 Eylül sonrasında bu cinayetten suçlu bulundu ve hüküm giydi. Ay’a idam cezası verilmişti ama 1986 yılında cezası gerekçesiz şekilde kaldırıldı. Suçları sabit olduğu halde 80’lerin ikinci yarısından itibaren bir şekilde tahliye edilen ülkücüler kervanına katılanlardan biri de Ay’dı.  

Tekiner’in sorusu 

Zeki Tekiner ismi ve Tekiner cinayeti, özellikle çocuklarının ve yakınları siyasi cinayetlere kurban gidenler tarafından kurulan Toplumsal Bellek Platformu’nun çabalarıyla birlikte son yıllarda daha çok duyulur hale geldi. 

Tekiner’in kızı Aylin Tekiner’in iki gün önce yazdığı “Bir politik aymazlık öyküsü: Celladını taltif, takdir ve terfi” adlı yazı ve Toplumsal Bellek Platformu’nun basın açıklaması sayesinde ise Tekiner’in katillerinden Ömer Ay’ın İYİP Nevşehir İl Başkanı yapıldığını ve 5 Ağustos’ta Nevşehir’i ziyaret eden Akşener’in Ömer Ay için “o benim ağabeyimdir” dediğini öğrenmiş olduk.

Tekiner aynı yazıda önce CHP yönetimine “celladıyla siyaset yapmakta beis görmeyen bir siyasi yapının üreteceği siyasete dair ne söylenebilir?” diye soruyor, ardından da Kemal Kılıçdaroğlu’na aile olarak gönderdikleri ve babalarının isminin unutturulmaya çalışılmasına isyan eden, şimdiye kadar herhangi bir cevap alamadıkları mektuptan şu satırları paylaşıyordu: 

“Geçmişe ait değerleri ve kendi partisinin il düzeyindeki yakın tarihini yapılan onca anma etkinliklerine rağmen unutmanın ya da görmezden gelmenin ve çok temel insani, siyasi ve ahlaki bir hassasiyeti yitirmiş olmanın geri dönüşü̈ olmayan bir çürümenin işareti olduğu düşüncesindeyiz. Tarihsel kıymeti olan, sembol değeri taşıyan bu türden hadiselere dair takınılacak etik ve etkin tavrın kendi yağıyla kavrulan il örgütlerinin inisiyatifiyle sınırlanmamasından yanayız.’’

Kenan Evren’in ruhu 

Ömer Ay’ın Nevşehir İl Başkanı seçilmesi de, CHP yönetiminin buna dair sessizliği de, Aylin Tekiner’in isyanı da yaşadığımız günlere dair çok şey söylüyor bize. 

12 Eylül darbesinin üzerinden 40 yıl geçmiş ve darbenin ideolojisi olan Türk-İslam sentezi “Cumhur ittifakı” adıyla iktidarda, “Millet İttifakı” adıyla da muhalefette. 

Bir tarafta Milli Görüş geleneğinin “yenilikçileri” ile ülkücü hareketin ana gövdesi olan MHP var, diğer yanda ise ANAP’laşmış bir CHP, Milli Görüş’ün çekirdeğini oluşturan Saadet Partisi, ülkücü hareketin fraksiyonlarından biri olan İYİP. 

Bir süre sonra muhtemelen “Millet İttifakı”na AKP’nin içinden çıkan DEVA ve Gelecek Partisi de katılacak ve tablo tamamlanmış olacak.

Durum böyleyken, Kenan Evren’in ruhu şad olmasın da ne yapsın? 

12 Eylül’ün üzerinden geçen 40 yılın 18 yılında piyasacı İslamcılar iktidar olmuş, sonra bunlara ülkücüler eklenmiş, muhalefete ise yine darbecilerin pek sevdiği ANAP’a öykünen, 12 Eylül öncesi kimliğiyle bütün bağlarını koparmış bir CHP ve Türk sağından “dostları” yerleşmiş, iki ittifak birbiriyle sağcılık, dincilik, piyasacılık yarıştırır hale gelmiş, siyaset kimin daha iyi sağcılık yapacağı iddiası üzerine kurulu bir veçheye bürünmüş. 

Kenan Evren ve darbeci arkadaşlarının hayalindeki ülke, dinciliğin ve piyasacılığın kıskacına alınmış, sağcılık tarafından esir edilmiş, eli kolu bağlanmış bir Türkiye, tam olarak burası değilse başka neresi olabilir ki?  

Karahanasoğlu’nun işlevi 

Dün Akit gazetesi yazarlarından Ali Karahasanoğlu köşesinde şöyle diyordu: 

“Affedersiniz beyler.. Çeyrek altın nedir? Yenilir mi, içilir mi? Kahvaltıya oturduğunuz zaman, yiyeceğiniz peynir, içeceğiniz çay, katığınız ekmeğin yerine geçer mi? Altın ile mi doyuyoruz, yoksa ekmek-peynir-çay ile mi? Öyle bir algı oluşturuluyor ki.. Zannedersiniz ki.. Toplum, sabahtan akşama kadar altın alıp, altın satıyor. Dolar alıp, dolar satıyor. Bize ne kardeşim, altının fiyatı artmış ise."

Karahasanoğlu, dincinin önde gideni olsa da, altının, doların fiyatı ile yoksullaşma arasındaki bağlantıyı, “çeyrek altın”ın dindar alt sınıflar açısından taşıdığı sembolizmi bilmeyecek kadar cahil ya da aptal mıdır? 

Elbette ki değildir ama dinciliğin işlevi tam olarak budur, siyasal İslam Türkiye’de sermaye düzeninin bekası, sömürü düzeninin çıkarları adına vardır: Yoksullar isyan etmesin, başkaldırmasın, tevekkül içinde yaşamaya devam etsin, bu kapkara yoksulluğa, bu bezirgan saltanatına sesini çıkarmasın, hep sussun, hep sussun diye…

Tam da bu nedenle, kendisi de özel okul sahibi bir sermayedar olan Milli Eğitim Bakanı’nın, kendi çocuklarını asla yollamayacağını bildiğimiz İmam-Hatiplerle ilgili olarak sosyal medyada iftihar eder bir şekilde “Anadolu İmam Hatip Liselerinin %99,8’si doldu ve yerleşen öğrencilerimizin %87’si ilk üç tercihlerinde yer alan bir Anadolu İmam Hatip lisesine yerleştiler” demesi tesadüf değildir.

Dinselleşme ve imam-hatipleştirme, bir aptallaştırma makinesi gibi işlemekte, yoksul halk çocuklarını işsizliğe, yoksulluğa, sefalet ücretine razı robotlar, zombiler haline getirmeye çalışmaktadır.

Dinselleşme ve imam-hatipleştirme, Dardanel fabrikasında daha önce işaretini MÜSİAD’ın verdiği şekilde ve “kapalı devre çalışma” adı altında toplama kampı misali bir sistem uygulansın, Vestel’de işçiler virüsten ölmeye devam etsin, tarihin en yüksek işsizlik seviyelerindeki bir Türkiye’de milyonlar, değil yoksulluk, açlık sınırının altında ücretlerle çalışmaya devam etsin diye vardır. 

Kırk katır mı kırk satır mı?

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal çöküş tablosunun sorumlusu on yıllardır izlenen ve bugünkü iktidarın da öncesine uzanan sağ politikalardır. Ömer Ay’ın Nevşehir İl Başkanı olmasıyla Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı olması arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Güler Sabancı’nın damadı alkışlayan açıklamalarıyla MÜSİAD’ın izole üretim tesisleri aynı sınıfa mensup olmalarından kaynaklanmaktadır. Başımıza gelen her şeyin baş sorumlusu Türkiye sermaye sınıfıdır. Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı sağcılığın ve sermaye düzeninin “kırk katır mı kırk satır mı” sorusudur. 

Çöküşün nedeni sağcılıksa çıkış da soldadır, Türkiye’yi içinde bulunduğu durumdan çıkarabilecek tek gerçekçi alternatif de sol siyasettir. Asıl ütopik olan, sağcılıktan başka bir sağcılıkla kurtulmanın mümkün olduğuna dair o boş inançtır.