“Özel mülkiyeti kaldırmak istememizi dehşetle karşılıyorsunuz. Ama sizin bugünkü toplumunuzda, nüfusun onda dokuzu için özel mülkiyet zaten kaldırılmıştır; özel mülkiyetin bir avuç insan için bulunmasının biricik nedeni o onda dokuzun elinde hiç bulunmamasıdır. Demek ki, siz bizi ancak toplumun ezici çoğunluğu için hiçbir mülkiyetin bulunmaması koşuluyla var olabilen bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmak istemekle suçluyorsunuz.”

Kamulaştırma: “Beşli Müteahhit çetesi” yeter mi?

Tartışmalarda sola, sosyalizme, komünizme dair sıkça duyduğumuz karşı argümanlardan biri “ne yani doktorla çöpçü aynı parayı mı alacak”sa, bir diğeri de “gelip özel eşyalarımı, bilgisayarımı, kıyafetlerimi elimden mi alacaksınız” şeklindedir.

Bu argüman, kapitalizmi “mülkiyetin garantisi”, sosyalizmi ise “mülkiyet düşmanlığı” olarak gören bakış açısının bir ürünüdür.

Peki ya bunun tam tersi doğruysa, ya asıl “mülkiyet düşmanı” olan kapitalizmse ve asıl “mülkiyet garantisi” ancak sosyalizmde mümkünse?

Anlatmaya çalışalım.

Marx ve Engels, ilk kez 1848’de yayınlanan Komünist Manifesto’da, komünistlere yönelik mülkiyeti ortadan kaldırma ithamlarına şöyle yanıt vermişlerdi:

“Özel mülkiyeti kaldırmak istememizi dehşetle karşılıyorsunuz. Ama sizin bugünkü toplumunuzda, nüfusun onda dokuzu için özel mülkiyet zaten kaldırılmıştır; özel mülkiyetin bir avuç insan için bulunmasının biricik nedeni o onda dokuzun elinde hiç bulunmamasıdır. Demek ki, siz bizi ancak toplumun ezici çoğunluğu için hiçbir mülkiyetin bulunmaması koşuluyla var olabilen bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmak istemekle suçluyorsunuz.”

Söyledikleri şey çok basitti: Kapitalizmde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sahipliğinin bir avuç insanın elinde olması için toplumun geriye kalan çoğunluğunun mülksüzleştirilmesi gerekmişti. İşte komünistlerin ortadan kaldırılmak istediği mülkiyet biçimi de tam olarak buydu, yani çoğunluğun mülksüzleşmesi üzerine kurulu bir mülkiyet biçimi olan kapitalizmdi.

Peki ya mülk sahipliği?

Bununla ilgili olarak da şöyle diyorlardı Manifesto’nun yazarları:

“Komünizm, hiç kimseyi toplumsal ürünleri mülk edinme gücünden yoksun kılmaz; komünizm sadece, insanı böyle bir mülk edinme yoluyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun kılar.”

Evet bu kadar basitti. Komünizm, toplumun çoğunluğunun mülk sahibi olabilmesi için, başkalarının emeğini sömürme üzerine kurulu olan ve onları mülksüz kılan mülkiyet biçiminin, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılması demekti.

“Mülkiyetin toplumsal olarak garanti alınması” ancak bir “mülksüzleştirme makinesi” olarak işleyen düzenin, “mülkiyet düşmanı” kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla söz konusu olabilecekti yani.

Hangi kamulaştırma?

Bundan altı gün önce, yani 24 Eylül’de, cumhurbaşkanlığı tarafından bir kararname yayınlandı. Bu kararnameye göre Çapaklı Köyü’nde yer alan 106.799 metrekare büyüklüğündeki arazi “acele kamulaştırma” kapsamına alındı ve köylülerin mülklerine el konuldu.

Peki niye? Çünkü buraya bir biyogaz santrali yapılacaktı ve köylüler yapılacak santralin zeytin ve meyve bahçelerinin ortasına kurulacağını, bunun da hem doğanın yıkımı hem de bölgedeki tarımsal faaliyetin sonu olacağını söyleyerek santral yapımına karşı uzunca bir süredir direniyorlardı. Hatta 24 Temmuz’da jandarma santrale karşı eylem yapan köylülere saldırmış ve otuza yakın kişiyi darp ederek gözaltına almıştı.

İşte bu direnişin devam edeceği anlaşılınca, devlet devreye girdi ve santrali yapacak şirketin çıkarları adına köylülerin mülkiyetine, üstelik “kamulaştırma” adı altında, yani kapitalistlerin pek de hazzetmediği bir yönteme başvurarak el koydu.

Ve böylece, azınlığın mülk sahipliği üzerine kurulu bir düzenin çıkarlarının, ancak çoğunluğun mülkünün gasp edilmesi yoluyla garanti altına alınabileceği bir kez daha görülmüş oldu.

Dahası, devletin ekonomiye müdahalesini reddeden, “kamulaştırma” sözcüğünü duyar duymaz kırmızı görmüş boğa kesilen liberallerin, sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda devlet müdahalesiyle de kamulaştırmayla da herhangi bir dertleri olmadığı anlaşılmış oldu böylece.

Köylülerin başına bunların geldiği gün, Türkiye’nin gündeminde başka bir “kamulaştırma” meselesi daha vardı.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski o gün “Salgın Döneminde Dünya Ekonomisi ve Türkiye’nin Makroekonomik Dengeleri” konulu toplantıda bir konuşma yaptı. Kaslowski’nin ekonominin gidişatına dair büyük sermayenin endişelerini ve iktidara yönelik üstü kapalı eleştirilerini dile getirdiği konuşmada, bir üstü kapalı eleştiri de muhalefete geldi.

Kaslowski, CHP’nin gündeme getirdiği “hazine garantili projelerin kamulaştırılması” meselesinde büyük sermayenin sınıfsal reflekslerinin nasıl devreye girdiğini gösterir bir şekilde şöyle dedi:

“Türkiye, hür teşebbüs ve mülkiyet haklarının garanti altında olduğu bir ülkedir. Herhangi bir özel şirketin mülkiyet haklarını çiğneyecek bir şekilde kamulaştırılması asla söz konusu olmamalıdır. Haksızlıklarla mücadele edilmek isteniliyorsa izlenecek yol, hukuk kuralları içerisinde olmalıdır.”

Ege’nin bir köyündeki köylülerin arazisi söz konusu olduğunda sermayenin aklına “mülkiyet haklarının garanti altında” olduğu da “mülkiyet hakkının çiğnenmesi” de, “hukuk kuralları” da gelmiyordu elbette ama meselenin ucu sermayeye dokunduğunda hemen haktan, hukuktan söz edilmeye başlanıyordu.

Kamulaştırılan şey köylünün arazisi olduğunda, kamulaştırma şirketlerin ve sermayenin çıkarları adına yapıldığında sakıncalı değildi, hatta gayet faydalıydı ama şirketlerin kamulaştırılmasından zinhar söz edilmemeli, toplumun aklına böyle kötü fikirler sokulmamalı, hiçbir şekilde buna kalkışılmamalıydı.

Evet sözü edilen kamulaştırmaların muhatabı kendileri değildi ama fark etmezdi; çıkarları söz konusu olduğunda, sermayenin bir fraksiyonu, gayet gelişkin bir sınıf aklıyla sermayenin diğer bir fraksiyonuna, devlet ihaleleriyle semiren bir müteahhit çetesine gövdesini siper edebiliyordu. TÜSİAD da bunu yapmış, “ne demek kamulaştırma” diye sesini yükseltmişti.

“Sahip olduklarınız bizden çaldıklarınızdır”

Neresinden bakılırsa bakılsın, “beşli müteahhit çetesi”nden başlanmış olsa da, kamulaştırmanın Türkiye gündemine girmiş olması iyidir. Kamu, kamuculuk, kamu mülkiyeti, kamu yararı gibi kavramların unutturulmaya, toplumsal hafızadan silinmeye çalışıldığı günümüzün neoliberal Türkiye’sinde bu kavramların hepsi birer siyasal mücadele başlığıdır ve topluma bunlarla gidilmesi gerekmektedir.

İnilmeyecek havalimanlarına, geçilmeyecek köprülere, yatılmayacak hastanelere verilen hazine garantileri, halkın malının mülkünün gasp edilip sermayeye aktarılması demektir. Halkın mülksüzleştirilmesi, küçük bir azınlığın mülk sahibi olmasının garantisi olmuştur ve bu anlamıyla da asıl “mülkiyet düşmanı” bu sermaye düzenidir. Kapitalizm, halkın olanı, toplumun olanı, çoğunluğun olanı çalmakta ve bir azınlığa vermektedir. Bu nedenle de çok bilinen o pankartta yazan “sahip olduklarınız bizden çaldıklarınızdır” cümlesi sonuna kadar doğrudur.  

Ancak meselenin sadece bu hazine garantili projeler olmadığı asla unutulmamalıdır. Bu iktidar döneminde Türkiye’nin 70 milyar dolarlık kamusal varlığı özel sektöre aktarılmıştır ve bu muazzam bir mülkiyet transferidir. Halkın parasıyla, vergisiyle yapılan fabrikalar, rafineriler, limanlar, halka ait olan orman arazileri, sahiller, “özelleştirme” adı altında sermayeye, yani azınlığa devredilmiş, kamunun malı olmaktan çıkarılıp piyasalaştırılmıştır.

Tam da bu nedenle, eğer söz konusu olan topluma, halka, çoğunluğa ait olanın geri alınmasıysa,  meselenin “beşli müteahhit çetesi”yle sınırlı kalmaması, topyekun bir kamulaştırmaya gidilmesi şarttır, bu ise ancak bu “mülkiyet düşmanı” düzenin ortadan kaldırılmasıyla söz konusu olabilecektir.

Eğer çoğunluğun insanca yaşayacağı bir konuta sahip olması isteniyorsa, eğer insanlar üzerlerine doğru düzgün kıyafetler alabilsinler isteniyorsa, eğer çocukların tabletleri, bilgisayarları olsun isteniyorsa, yani mülkiyet toplumsallaşacaksa, başkalarının emeğinin sömürüsü üzerine kurulu olan bu mülkiyet biçiminin mutlaka ortadan kaldırılması gerekmektedir.