Kötümserlik, kimi zaman, nesnelliğin gereği olarak ortaya çıkabilir; nesnel bakış kaygısıyla kötümser bir sonuca ulaşılabilir.

İyimser, kötümser, karamsar

Eskiden beri yazarken, konuşurken yaptığım bir ayrımdır. Aslında, sözlükler, genellikle bu iki sözcüğü birbirinin eşanlamlısı olarak gösterir. Kötümser ve karamsar sözcüklerinin anlamları açıklanırken birinin karşılığı olarak öbürüne yer verilir, bir de başka dillerden bedbin ve pesimist sözcükleri belirtilir. Bana sorarsanız, karamsar sözcüğünün türetildiği “kara”daki anlam zenginliğinden yararlanmayı düşünmeyen bu açıklama, dilimizi yoksullaştırıcı bir yaklaşımın ürünü sayılsa yeridir. Ancak, yanlış anlaşılmasın, burada bir dil tartışmasına girişmek değil niyetim. Bu üç sözcüğü özenle kullanarak birtakım davranış ilkelerinin ortaya konulabileceğine değinmek istiyorum.

Önce, gerçek hayattan alınmış bazı olaylardan ya da “somutun zenginliği”nde ortaya çıkabilen durumlardan kısa kısa söz edelim.

Yirmi yıl önce gerçekleştirilmiş, “Nâzım’a vatandaşlık” başlıklı bir imza kampanyamız vardı. Orada militanca çalışan arkadaşlardan dinlemiştim. Kampanya sırasında bir gün, sokakta masa kurmuşlar, imza topluyorlar. Hangi kentte olduğunu şu anda hatırlamıyorum, Ankara olabilir. Konuşmalar, açıklamalar yapılıyor. Bir küme insan da dinliyor. Derken, kümeye sonradan katılmış orta yaşın üzerinde biri, masaya yaklaşıp imza veriyor, ardından da cebinden bir beşyüzbin lira çıkarıp masanın üstüne bırakıyor. O zaman daha AKP iktidarı falan ortaya çıkmamış, liradan altı sıfır da atılmamış. Dolayısıyla, beşyüzbin liralık banknotlar var dolaşımda. Meğer, arkada asılı afişteki “50 bin imza 500 bin oluyor” cümlesi yarım yamalak gözüne ilişmiş yurttaşımızın ve imzanın yanı sıra bir de 500 bin lira istendiğini sanmış.

Şimdi, bu olaya ilişkin olası yorumlar konusunda biraz spekülasyon yapmaya çalışalım. Bir karamsar, “İşte, halkımızın durumu!” der; “hiç sesini çıkarmadan soyulmaya ne kadar da alışmış! Bu halkla hiçbir yere gidilmez.” Kötümser biri, “Okuduğunu anlamayan insanlara bir sürü şeyi anlatıp mücadeleye yöneltmek, ne kadar zor!” diye düşünür. Bir iyimser ise, bu iki saptamadaki doğruluk payını bir kenara yazmak ve bundan canı sıkılmakla birlikte, “İmza vermenin ötesindeki katkılara hazır insanlar var.” diye bir sonuca ulaşır ve o insanla, ortaya çıkan yanlış anlamayı hiç incitici olmadan anlatarak başladığı bir sohbete girişir. Spekülasyonu, “O sohbette neler söyler?” sorusuna kadar uzatmıyorum. Uzatabiliriz de: Nâzım’ın kimliğinden ve yapıp ettiklerinden söz eder, kampanyanın amaçlarını anlatır, git gide memleketin ve dünyanın halinden dem vurur… Yeter ki, ilgi ve desteğini esirgemediğini göstermiş yurttaşı oralara sokulduğuna pişman etmesin!

Şimdi de, ayrıntılardaki farklılıklar bir yana, benzerlerine sıkça rastlanan bir başka olay. Altmışını devirmiş iki eski dost, her günkü koşuşturmanın içinde bir yerde, karşılaşıyorlar. Ülkenin sık sık tekrarlanan pek kara bir dönemi. Hal hatır soruyorlar. Ayak üstü söyleşiyorlar. Geçmişte siyasi dostlukları da bulunan iki arkadaştan birincisi, “Bir dergi çıkarmaya hazırlanıyoruz.” diyor. İkincisinin karşılığı şöyle oluyor: “Bırak yahu, bu memlekette dergi çıkaracaksın, şunu bunu yapacaksın da n’olucak?”

Bu karşılaşmayı başlıktaki üç tipin görünmez bir yerden izlediklerini varsayalım. Karamsar açısından, ikinci arkadaş yüzde yüz haklıdır, birincisinin “hâlâ aynı yerde otladığı” biraz ayıp kaçsa da en uygun değerlendirmedir. Kötümserin bakışıyla birincisine “enayi” denebilir, biraz daha kibar olunacaksa da, “hayalci”; ikincisi ise “gerçekçi”dir. Oysa, iyimser, ikincisine ya “tükenmiş” diyecektir ya da “kaçkın”; birincisi ise onun gözünde “yaşamakta ayak direyen”dir. Ancak, bu arada, gerçek hayattan aktarılmış bu somut durumda daha sonra ortaya çıkan gelişmeyi ekleyerek iyimseri desteksiz bırakmayalım: Birkaç yıl sonra, buradaki arkadaşlardan ikincisi çıkarılan dergiye yazılar yazmış, sürekli katkılarda bulunmuştur. “Her zaman böyle mi olur?” yollu itirazları duyar gibi oluyorum, ama pek de aldırış etmiyorum; çünkü, her zaman olmasa bile, böyle olduğuna da küçümsenmeyecek bir sıklıkla rastlanmıştır.

Haydi, bir de, politikayla doğrudan ilgisi olmayan bir durumdan söz etmiş olalım ve şöyle betimleyelim: Birbirine aşık iki insan. Hani, büyük romancılar için söylenir, yarattıkları kahramanlar yazardan bağımsız bir kişilik kazanır ve kendi kendilerini yazmaya başlarlar diye, öyle bir aşk işte. Ama bu düzeni batasıca dünyanın karşılarına çıkardığı bir sürü sorun var: toplumun herhangi bir sorumluluk duymadığı bakıma muhtaç ana babalar, belki hasta kardeşler, işsizlik, o arada, bir sürü tabular, bir türlü kurtulunamayan geride kalmış duygusal bağımlılıklar falan... Bu iki kişiden biri karamsar ise durum vahim demektir. Ötekinin iyimserliği tek başına yeterli olmayabilir; belki, iki yandan birindeki bu iyimserlik ile kişiliğini kanıtlamış aşkın güçbirliği, hayatı paylaşmayı sağlayabilir. Her iki yan da iyimserse, zaten ölümcül bir sorun yok demektir; iyimserlik mücadeleyi, mücadele hayatı paylaşmayı getirir. Öteki olasılıklar üzerinde düşünmeyi yine isteyene bırakalım.

Davranış ilkesini ya da “kıssalardan hisse”yi yazmanın yeri geldi.

Kötümserlik, kimi zaman, nesnelliğin gereği olarak ortaya çıkabilir; nesnel bakış kaygısıyla kötümser bir sonuca ulaşılabilir. Karamsarlık ise kökleşmiş, kemikleşmiş kötümserliktir; nesnel değerlendirmenin değil, tersine, sadece ya da ağırlıklı olarak olumsuz etkenlerin hesaba katılışının göstergesi ve ürünüdür. Devrimcinin karamsar olmaya hakkı yoktur; bir insan olarak hakkı vardır da, devrimci olmaktan vazgeçmeyi, o kadar denemese de, uzaklaşmayı kabullenebilirse vardır. Bir de şu: Tutarlılık aydın olmanın bir gereğiyse eğer, karamsar aydının sonu intihardır. Bununla birlikte, ne yazık mı demeli, her canlıda bulunduğu varsayılan yaşama içgüdüsü çoğu kez üstün gelir; bu kötü değildir, yaşamak güzel şeydir ne de olsa. Ancak, çoğu kez üstün gelen yaşama içgüdüsü, aynı sıklıkta olmasa bile, aydını koyuna dönüştürebilir.