Müjdeden hemen bir iki gün sonra, Karadeniz’de keşfedilen bu doğal gaz kaynağının değerlendirilmesi için uluslararası sermayenin devreye girmesi gerektiği, tam da bu sözcüklerle olmamak üzere, ortaya atılarak Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı ile Botaş’ın “halka açılması” ile ilgili çalışmaların başlatılacağı söylendi.

İşin sonunu düşünmeyenler

Doğru söylediğimizden kuşkulanmakla birlikte hâlâ güzel dediğimiz oyunu, hakkını vererek, gidip tribünlerden izlemeyeli en az bir on yıl kadar olmuştur. Dolayısıyla, tribün edebiyatındaki son gelişmelerden tümüyle habersizim. Ama eski zamanlarda seyircinin belli durumlarda söylediği bir türkü, o edebiyatta en sevdiklerim arasındaydı. Başlangıçta yenik duruma düşen takım silkinip üstünlüğü ele alınca, elbette sadece geri dönüşü gerçekleştirenlerin taraftarları, o türküyü pek büyük bir keyifle söylerlerdi: “Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi?/ Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?”  Karşı taraf ise, kısa bir süre önce sus pus oturan karşıtlarının coşmasını, kuşkusuz üzüntüyle, ama biraz da hak vererek dinlerken galeyana gelip sağa sola saldırmazlardı; çünkü, hakaret, küfür, aşağılama yoktu. Yalnız, bu durum, bu temizlik, incelik, eski deyişle nezahet, on yıl öncenin mi yirmi yıl ya da daha eskinin mi tablosuydu, emin değilim.

Çok yanıltıcı bir giriş olduğu için, devam etmeden, hemen eklemeliyim: Bu yazının futbolla hiçbir ilgisi yok, sadece o sevimli türkünün iki dizesiyle ilgisi var.

Başlangıcı 1980 yılının Ocak ayına kadar götürülebildiğine göre, demek, tam kırk yıldır başımıza getirilmiş ve birçok başkasına da yol açmış bir kötülükten söz edeceğim.

***

Bunu aklıma düşüren, her türlü barutunu tüketmiş durumdaki düzenin en son müjdesi oldu. İktidar sahiplerinin “tuhaf” gösterilerinden biri olarak düzenlenen gaz keşfi iddiasından sonra, birçok itiraz geldi. Bunların bazıları teknik değil politik itirazlardı. Bu iktidar tayfasının hep böyle palavralar attığı, bunları da seçim öncelerinde yaptığı, dolayısıyla bir erken seçimin planlanmış olabileceği yolunda yorumlar yapıldı. Onlar arasında, bu tür müjdelerin yirmi dokuz kez yapıldığını, bunun da otuzuncusu olduğunu ileri süren politikacılar vardı. Halk arasında da bu tür sorgulama ve alaya almalar yaygınlaştı. Örnek olsun, bana bile ulaşabilen bir “sosyal medya” yorumunda,  2010 referandumu ile 2014 yerel seçimi arasında sekiz kez müjdeler verildiği, hepsinin de bir seçim öncesine denk geldiği ileri sürülüyordu. Keşifler arasında petrol, doğal gaz ve kaya gazı bulunuyor; coğrafya ise Diyarbakır ve Siirt’ten Manisa’ya, Trakya’dan Tuz Gölü’ne kadar yaygınlık gösteriyordu.

Müjdeden hemen bir iki gün sonra, Karadeniz’de keşfedilen bu doğal gaz kaynağının değerlendirilmesi için uluslararası sermayenin devreye girmesi gerektiği, tam da bu sözcüklerle olmamak üzere, ortaya atılarak Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı ile Botaş’ın “halka açılması” ile ilgili çalışmaların başlatılacağı söylendi. Enerji sektöründeki TEK, Petkim, Tüpraş gibi çok büyük özelleştirmelerden sonra kamunun elinde hiçbir kuruluş kalmaması yönünde gelişmelerin gündemde olacağı anlaşılıyor.  

İşte kırk yıldır ülkemizin ve halkımızın başına sarılmış, pek çok başka musibetin kaynağı olmuş dediğim kötülük budur. Özelleştirme yapılacaktır. Bunun bizim hayatımızdaki anlamı,  bütün cumhuriyet dönemi boyunca halkımızın emeğiyle, alın teriyle yarattıklarının, geride ne kadar kaldıysa artık, gasp edilmesidir. O kadar da değil, ileride yaratabileceklerimizin, sahip olabileceklerimizin şimdiden elden çıkarılmasıdır.

Burada duruyorum ve biraz geriye gidiyorum, Ekim 1997’ye kadar. Öyle olunca da konunun biraz dağılması doğaldır.

O sıralarda sadece bir sempatizanı olduğum Sosyalist İktidar Partisi, Ankara’da bir panel düzenlemişti. Beni de bir özelleştirme karşıtı olarak çağırmışlardı. Demincek  sözünü ettiğim konunun dağılması burada devriye girecek işte, ne yapalım ki, girecek.

Benimle konuşup çağrıyı ileten çocuk, bir tıbbiyeli idi. Bizim ilericilik ve yenilikçilik tarihimizin, ta Osmanlı’nın son dönemlerinden beri, başlıca üç ocağından söz edilir: harbiye, mülkiye, tıbbiye. Bunların ilk ikisinin artık bu yakıştırmaya hiç uymadığı, daha o yıllarda kendini göstermeye başlamıştı. Sonuncusu içinse aynı yargı hem insafsızlık hem de gerçeklere aykırılık olabilir. O zaman da öyleydi, bugün de öyle. Sağlam akıl yürütmelere ve nesnel verilere dayalı incelemeleri bekleyen bir konudur. Ama bu yazı yeri değil.

O çocuğu birkaç hafta önce bir televizyonda gördüm. Nereden nereye geldiği konusunda çok daha önce yeterli bilgim olmuştu. Yine de şaşırmaktan kendimi alamadım. Solculuk bahsinde ununu elemiş, eleğini asmış, yetişip kişiliğini kazanırken edindiklerini bu deyimin yetersiz kaldığı ölçüde unutmuş bir havadaydı. Profesör neyim olmuştu; Amerikalarda falan televizyon sunucusunun yere göğe koyamadığı bir kariyer edinmişti ve şimdi de yine yere göğe konulamayan bir kapitalistimizin üniversitesindeydi. Neyse ne, olabilir de, şu salgın ve yönetimiyle ilgili olarak söylediklerinden hicap duyduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.

***

İşte yirmi üç yıl önceki o panelde konuşurken, bizim yetmişli yılların ikinci yarısında Türkiye İşçi Partisi üyeleri olarak yaptığımız karşı plan çalışmasında, 1978 ile 82 yıllarını kapsayan beş yıllık dönemdeki muhayyel iktidarımızda sosyalist bir ekonominin kuruluşu için zorunlu olan kamulaştırmalara değinmiştim. Bunların hem kapsam hem maliyet açısından sosyalist iktidar için fazla sorun yaratmayacak bir düzeyde kaldığını, ekonominin kilit sektörlerini denetim altına almak bakımından çok yaygın sayılmayacak kamulaştırmaların yeterli olacağını gördüğümüzü belirtmiş; hemen arkasından da artık durumun değiştiğini, yetmişli yıllarda gündemde olmayan özelleştirme saldırısı sonunda çok daha kapsamlı kamulaştırmaların zorunlu duruma geldiğini vurgulamıştım. Bugünse kamulaştırma gereğinin çok daha ileri boyutlarda olduğunu herkes biliyor.

Kendisi orada bulunmasa da yardım aldığım bir yoldaşım da vardı doğrusu. O sıralarda, Paris’te, kendi deyişiyle “gönüllü sürgün”ündeki bizim Yalçın Hoca, İstanbul’da çıkarmakta olduğumuz ve adını da kendisinin koyduğu Hepileri dergisine gönderdiği yazıların birinde, Ekim 1997’de şunları yazmıştı:

“Toplumun işletmelerini üzerlerine geçiren bu kara para babalarına, bizim açımızdan, bunun bir mülk devri değil, bir irade dışı satış olduğu duyurulmalıdır. İktidarımızın ilk gününde, 24 Ocak 1980 tarihinden itibaren gerçekleşen bu tür zorunlu satışların hepsinin kamuya iade edileceği, paralarının faiziyle geri verileceği, ancak o tarihten itibaren bu işletmeleri kamu adına kullandıkları kabul edilerek, kârlarının mahsup edileceği ilan edilmelidir. Onlar kamu mallarının sahipleri değil, irademiz dışı, geçici yönetenleridir.”

Bu satırlar, yazarının anlatımıyla, “özelleştirmeyi reddeden, iktidar yürüyüşümüzün  ayaklarından birini kamulaştırmaya oturtan bir eylem programına” iletilmek üzere yazılıp gönderilmişti.    

Konuşmamın sonlarına doğru yukarıdaki satırları okuduğumda, salonu dolduranların gözlerinde gördüğüm parıltıyı, nasıl denir, “bugün gibi” hatırlıyorum.

O parıltı öfkeyle karışarak sürmektedir, kuşkum yok. O günlerden bu yana halkımızın varlıkları inanılması güç bir hız ve pervasızlıkla satılıp savılmıştır. Onlar geri alınmadan herhangi bir kurtuluş dayanaksız kalacak ve çok kısa sürecektir.

Onları geri alırken yaklaşımımızın bu olacağını açıkça ilan etmeliyiz.  Dahası, öyle desteksiz atanlar sınıfından olmadığımızı belirtmek bakımından, bu mahsup işleminin tek tek, her özelleştirme gaspı ile ilgili olarak neye dayandırılacağının da hesabını yapıp şimdiden ortaya koymalıyız. Bu sırada, yukarıda alıntıladığım önerideki iki noktayı gözden geçirmek gerekli görünüyor: Birincisi, zamanında bütün o kamu varlıklarının yok pahasına elden çıkarıldıklarına ilişkin çok eleştiri yapılmıştı; onlar dikkate alınmalıdır. İkincisi, o önerideki “paralarının faiziyle geri verileceği” bölümünün gereksiz bir aşırı cömertlik ürünü olup olmadığı, vakti zamanı geldiğinde, yeniden değerlendirilmeye muhtaç görünmektedir.

Bizim, emekçi halkımızın, para babalarına hiçbir borcumuz yoktur. Kesin hesaplar görüldüğünde, asıl borçlu çıkanlar onlar olacaktır; mahsup işlemi sonunda bizim ödeyeceğimiz bir kamulaştırma bedelinin değil devlet bütçesine kaydedilecek bir gelirin ortaya çıkması, yüksek olasılıktır.  

Nasıldı türkümüz: Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi? Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?

Gerçi, düşünselerdi de fark etmezdi. Onların da bildiği bir deyimi biraz değiştirerek yineleyelim: Düşünüp taşınmanın ecele faydası yoktur.