İşçinin sesi duyulmadığı müddetçe Türkiye bu kakafoni ve kafa karışıklığının içinde sürüklenmeye devam edecek. Oysa değişimin yolu belli. Bu ülkeyi işçiler değiştirecek ve ben de işçiyim demekle başlayacak her şey.

İşçinin adı yok

Vestel’de ölümüne çalıştırılan işçiler beni ilgilendirmez, benim koşullarım nispeten daha iyi diyorsanız yanılıyorsunuz. Ya da benim çalıştığım işyerinde asla öyle bir dönüşüm olmaz diye Çanakkale’de Dardanel’in çalışma kampına dönüştürülmesine arkanızı dönüyorsanız büyük bir hata yapıyorsunuz.

Doğru, tam olarak Vestel’de, Dardanel’de yaşananlar bire bir başınıza gelmeyebilir. Ama işyeriniz bir çalışma kampına dönüşmese, cinayetten başka bir tanımı olmayan koşullarda çalıştırılmasanız da Türkiye’nin herhangi bir fabrikasında, hastanesinde, okulunda çalışan insanların yaşadıkları dert aslında hepimizin derdi. Çünkü orada dayatılan ve bir şekilde kabul ettirilen somut koşullar aslında yalnızca ilgili fabrika veya işyerindeki işçilere dayatılmıyor. Türkiye’nin neresinde olursa olsun emekçilere dönük her tür saldırı çalışan insanların tamamına yapılıyor. Bir hak gaspı varsa, çalınan neyse hepimizden çalınıyor, işçiye bir yerde geri adım attırılıyorsa, tüm emekçiler geri adım atmış oluyor. Tek bir işçinin, tek bir fabrikanın, tek bir işyerinin derdi diye bir şey yok. Hiçbir dert ortaya çıktığı yere özel, oraya özgü veya o mekanla sınırlı değil.

Çünkü bu düzen öyle işlemiyor. Patron bir yerde kazanıyorsa, bu kazanç elbette somut bir adım olarak diğer patronlara örnek oluyor. Dahası mesele yalnızca bundan ibaret değil. İşçiye geri adım attırılması ya da işçinin hakkının gasp edilmesi genel olarak sınıflar mücadelesinde patronların elinin güçlenmesine de yarıyor. Patronlar emekçilere karşı ideolojik ve siyasi üstünlük sağlıyor. İki sınıf arasındaki en ufak karşı karşıya gelişin dahi Türkiye siyasetine dair bir anlamı var. Küçücük bir işyerindeki direniş veya grev dahi o mekanın ötesinde bir mana taşıyor. Her şey ama her şey Türkiye’deki asıl mücadeleye, iki sınıf arasındaki kavgaya dair bir işaret…

Üstelik Türkiye’de patronlar ne kadar örgütlüyse emekçiler o denli örgütsüz. Bu nedenle patronlar her somut kazancı tüm ülke çapında kullanabiliyorken, işçi tekil bir mücadelede kazansa dahi bu kazanımı yurt sathına yayamıyor, diğer işçiler o tekil mücadeleden elde edilen ne varsa onu yayamıyor.

Türkiye’de işçi bu bağlamda yalnız. Yalnız olduğu için de bu ülkede işçinin bir adı yok. Emekçinin sesi ülkede bir türlü duyulmuyor. Duyulmayınca da ülkenin tüm pusulası şaşıyor. Çünkü işçinin siyasette adı olmayınca toplum pusulasını kaybediyor.

Türkiye’de toplum ülkenin bir yerinde işçinin çıkan sesine kulak vermediği, mücadelesine dikkat kesilmediği için, emekçi gündeme giremiyor. Emekçi gündeme giremediği için de ülkenin gündemleri emekçinin penceresinden okunmuyor. Sonrası ise tam bir kakafoni…

Oysa Türkiye’yi doğru düzgün okumak için emekçinin tarafından bakmak bir tercih değil basbayağı bir zorunluluk. Zorunluluk çünkü böyle olmayınca saçmalamak kaçınılmaz.

Mesela salgını emekçilerin tarafından okumayan ahmak gazetecilerin önce evde kalma konusunda, sonra aynı şekilde tatil hakkında zırvalaması kaçınılmaz. Örneğin, kendisini zeki sanan muhalif girişimcinin toplu taşımaya binmek zorunda olan emekçilerin doğal seleksiyona uğrayacağını iddia etmesi kaçınılmaz. Neredeyse hepimizin öleceğini iddia eden bir felaket söylemiyle her şeyi eline gözüne bulaştıran ama yine de herkesi öldürmediği için neredeyse başarılı görünecek AKP’nin ekmeğine yağ süren insanların uzman diye ortalıkta dolanması kaçınılmaz.

Ortada bir pusula olmayınca, meydan boş kalınca hep bir ağızdan saçmalamaları, bu toz duman ne yazık ki kaçınılmaz.

Bu ülkeye bir pusula lazım. Laiklik ile ilgili meselelerde, kadın başlığında, Kürt sorununda, sınır ötesi gündemlerde değişmeyen, konuya nereden ve nasıl bakacağımızı belirleyen değişmez bir referans…

Bu referansın oturması için de emekçilerin sesinin duyulması gerekiyor. Oysa işçiye dönük her türlü saldırı, nerede olursa olsun, çalışan insanların sesini kısıyor. Emekçinin irili ufaklı mücadelelerini bastırma girişimlerinin tamamı aynı zamanda bu sesi bastırma çabası.

Birbirimizi yalnız bıraktığımız, birleşmediğimiz, örgütlenmediğimiz sürece o sesi bastıracaklar. İşçinin sesi duyulmadığı müddetçe Türkiye bu kakafoni ve kafa karışıklığının içinde sürüklenmeye devam edecek.

Oysa değişimin yolu belli. Bu ülkeyi işçiler değiştirecek ve ben de işçiyim demekle başlayacak her şey.