O yıllar da gelecektir elbet. O günlerde neler yazarız, ne güzellikler yaratırız kim bilir… 

İlk günde

Geçenlerde bir yerde okudum; okumuş birinden duymuş da olabilirim. En çok oksijen üreten ağaç kayınmış. Araştırmış değilim. Söyleyip yazanların yalancısıyım.

Okur okumaz mı, duyar duymaz mı, aklıma düştü. Aklıma düşenler ikidir; birbiriyle bağlantılı olanları, rabıtalı der eskiler, bir araya getirirsem, iki küme oluşturur, demek istiyorum. Ancak, yazarken hangisini öne alsam, bilemiyorum. Rasgele sıralayalım öyleyse.

Nâzım’ın çok bilinen bir şiiri vardır, Karlı Kayın Ormanında. Oradan başlayalım.

Karlı kayın ormanında 
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım, 
elini ver, nerde elin?
(…)

Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.

En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak:
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.

Böyle bölük pörçük aktarmakla güzelim şiirin canına okumuş olmadım, umarım. Gerçi, tümü değilse bile büyük bölümü belleklerdedir. Dolayısıyla, öyle bir kötülük yapmış sayılmayız. İşte bu şiirin belleklerde çok yer etmiş olmasında, beğenelim beğenmeyelim, buradan bir türkü çıkarıp uzun yıllar boyunca söyleyerek yaygınlaştırmış müzikçinin de payını teslim etmek durumundayız. Bizim Yalçın Hoca onun için “teneke sesli” derdi. Benim bu konuda bir sözüm olamaz; çünkü, bilgim yetmez. Ama, doksandört yılına doğru yazdığım bir şiirde ona göndermede bulunarak bu değerlendirmeye değinmişliğim vardır; bir bölümünü aktarabilirim;

futbol oynamaktan gelmişim 
pırıl pırıl güneşli bir pazar sabahı
bir ekmekle iki gazete alıyorum bakkaldan 
çıkarken gözüme ilişiyor o magazin başlığı
kapı önüne tutturulmuş mandallarla
kulakları çınlasın bizim hoca’nın
teneke sesli türkücüsü
şehr-i stanbul’un yufka yürek başkan adayı
orduya küfür etti mi, diye
altında bir yerde de iki dize
             öldü sinan, doğdu sinan
             omuzladı silahını

Kayın ağaçlarının oksijen üretkenliği konusunun aklıma düşürdüğü bir de şu oldu: Bizim kıyılarımızda oksijeni en bol iki yöreden söz edilir, bildiğim kadarıyla; biri, Ayvalık yakınındaki Altınoluk, öbürü de Datça. Oralarda kayın ağaçları çok muydu, diye düşünmeye çalıştım; çıkaramadım. Ancak, Can Baba’nın yerleşmek için orayı seçişine bakılırsa, Datça için ek bir kanıta gerek olmayabilir. 

İki büyük ustayla birlikte kendimden söz ederek şair sırasına girmeme densizlik diyenler olabilir. Dert değil. Sözü sürdürmek için bir fırsat yaratma peşindeyim sadece.

Niyetim, ondan bu kadarcık söz edip geçmek ve ikiz kız kardeşi Canan Hanım’a,  hanımefendiliğin o eşsiz örneğini de geçip bizim Mami’ye gelmek. Mami dediğim, bunu şimdi yapayalnız söylerken bile sağıma soluma bakıyorum, işiten olursa ne kadar ayıp. Muammer Bey, babam yaşında, benim ilk patronum, işte bir terbiyesizlik daha, ne kötü bir alışkanlık , kim ağzımı alıştırdıysa,  ne demek patron kardeşim, ilk müdürün, olmadı, ilk yöneticin, o da olmadı, bizim dilimiz bu kadar mı yoksul, ben mi dilimi bilmiyorum! En iyisi, o hanımefendinin eşi, büyük şairimizin eniştesi, deyip geçelim. 

Bir gün, gün değil gece, o zaman Tuna Caddesi’ydi adı, eski Ankaralılar bilir, oradaki bakanlık binasının en üst katında, onun odasındayız. Koskoca bakanlığın bütçesini denkleştirmeye çabalıyoruz; taşradan, bağlı kuruluşlardan, şuradan buradan gelmiş bir sayı kalabalığı. İşin kötüsü onun sayılarla başı hiç hoş değil, bense kırılır gücenir diye, fazla müdahaleci olmak istemiyorum.  Bunalmışız, gelen bilgiler birbirini tutmuyor. Kapkara gökyüzünde iyice yükselmiş dolunay geniş pencereden içeriye ışıklarını gönderiyor. Gelmez mi insanın aklına; mırıldanmadan edememiştim:

Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra,
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda perensip sahibi bir başçavuş,
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz…

Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!

Bunca dizeyi ezberden okuduğuma göre, demek, o zamanlar belleğim güçlüymüş. Her neyse. Muammer Bey’in gözleri dolmuştu dersem, hiç var olmayan bir melodram tonu katmış olurum anlatıya. Ama, “ne güzel hatırladın” demişti galiba soyu çoktan tükenmiş o İstanbul Efendisi. İstanbullu da değildi ayrıca.

Şimdi, bir de, nasıl oluyorsa, “Karantinalı Despina” geliyor aklıma. Nasıl oluyorsa demem, bizim Muammer Bey’in Despina’nın Muammer Bey’ine pek benzemeyişinden.  Attilâ İlhan yazmış; epey sonra bizim Timur bestelemişti, kolektif anlamda “bizim” diyebilirim onun için, yetmişli yıllardaki İşçi Kültür Derneği’mize emeği geçmiştir;  sevdiğim de bir müzisyendir:

bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına
çıktı mı deprem sanırdın ‘kara kız’ kantosuna
titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan
muammer bey’in gözdesi karantina’lı despina 

Attilâ İlhan şiir kitaplarının sonuna eklediği “meraklısı için notlar”da, 1976 yılında şunları yazmış, imlasına dokunmadan aktarıyorum: “Bu şiirle ilgili, ummadığım bir şey, timur selçuk’un ‘karantina’lı despina’yı bestelemesi oldu, bir gün bir telefon, hattın öbür ucunda o, kibarca bazı şiirlerimi, bu arada ‘karantina’lı despina’yı bestelediğini bildiriyor, plak yapmak için izin istiyor. istediği izin olsun, verdim gitti. işin garibi o ki, aslında gayet başarılı bir beste olan parça, bilinmez neden TRT’de sansüre takıldı, besbelli bu yüzden kalabalıklarca dinlenemedi.”

Besbelli, TRT’nin birçok başka özelliğinin yanı sıra sansürcülüğü de öyle son 15-20 yılın ürünü değilmiş. Ayrıca, şairin “kalabalıklarca dinlenemedi” sözlerine katılamıyorum. O güzel şarkıyı yeterli büyüklükte bir kalabalık dinlemiştir; hâlâ da dinliyor. Kendim de o kalabalıkların içinde olduğum için biliyorum.

Aslında bu kayın ağaçları ile oksijen ilişkisi konusunu sorup doğru dürüst öğrenebileceğim biri var. Var da, kendisine ulaşamıyorum, ulaşıp soramıyorum. Benim çok eski bir dostum, devrimden sonra sosyalizme yönelecek ülkemizin ormanlarını emanet edebileceğimiz, o sırada nerede olursam olayım ısrarla önereceğim tek adayım. İki eli kanda olsa gelir bizimle birlikte olur ya da zaten bizimle birliktedir, hepimize anlatır, öğretir. Ama kaybetti işte en yakınını; şu son İzmir/Seferihisar depreminden kurtuluşunun hemen ardından, halkımızın başına bela edilmiş virüs kalleşliğine boyun eğen, ne derler, “hayat arkadaşı”nı… Ben nasıl ulaşır da sorarım tam şu günlerde, “hocam, bak şöyle bir şey okudum,  kayın ağaçları en çok…” falan filan. Nasıl söylenir? Üstelik, bir başsağlığı dilemek için olsun elim telefona gitmiyorken…

Yeni yılın ilk gününde bunları yazabildik.

O yıllar da gelecektir elbet. Geceleyin şarkılarla, türkülerle, sevinçlerle coşup birlikte olacağımız, ertesi gün tatil matil dinlemeden devrimin her yaştan emekçisi için bulacağı işlere koyulacağımız; ama çocuklarla şöyle karlar üstünde yuvarlanıp kardan adamlar yaptıktan sonra kolları sıvayacağımız yılların da ilk günleri yaşanacaktır. O günlerde neler yazarız, ne güzellikler yaratırız kim bilir… 

“Kar mı kaldı sayın yazar, sen hangi dünyada yaşıyorsun, doğamızın da canına okuduklarından haberin yok mu!” diyen çıkar mı şimdi? Çıkar çıkmasına da, her doğrucu Davutluk edene kulak vermek insana iyi gelmiyor, benden söylemesi.