İktidar, Cumhuriyeti başkalaştırmak yolunda dur durak tanımayacağını her vesileyle açıklıyor. Yani iktidarda kalacağı her yeni gün yeni maliyetler anlamına geliyor.

İktidarın toplumsal/ekonomik maliyeti

İktidarın ülkeye ve topluma yüklediği toplumsal, siyasi ve ekonomik maliyetler çok yükseldi. Bunların önemli bir bölümünü ölçecek düzeneklere bile sahip değiliz. İktidarın aydınlanma karşıtı eylemleriyle toplumu Ortaçağ değerlerine mahkum etmesinin maliyetini neyle ölçeceksiniz örneğin? Ancak dolaylı göstergelere başvurabiliyoruz: İmam hatipleşmedeki sıçrama, eğitim düzeyindeki gerilemeler, kadın cinayetlerdeki artış, irticanın önünü açan düzenlemeler, tarikat üyelerinin askeri-sivil bürokrasiye sızması hatta ele geçirmesi, araç olarak kullanılmaya kalkılan radikal İslamcı teröristlerin Reyhanlı/Suruç/Ankara katliamları ve benzerleri, iktidarın ve ABD'nin kanatları altında palazlanan bir Nurcu tarikatın 15 Temmuz kanlı darbe girişimi, vb. gibi. Üstelik iktidar, Cumhuriyeti başkalaştırmak yolunda dur durak tanımayacağını her vesileyle açıklıyor. Yani iktidarda kalacağı her yeni gün yeni maliyetler anlamına geliyor.

Ekonomide sancılı dönem

Doğrudan ölçememek, toplumsal maliyetlerin önemini azaltmıyor kuşkusuz. Ama daha ölçülebilir olanlar da yok değil. Özellikle de ekonomik nitelikte olanlar. Milli gelir (GSYH) artışlarının tarihi ortalamaların altına inmesi, kişi başına milli gelirde 2007 düzeyine gerileyip orada patinaj yapılması, toplam veya kişi başına GSYH hedefleri bakımından 2023'te bile 2013 değerlerinin çok uzağında kalınacak olması, AKP iktidarının dışa bağımlı ve ufuksuz politikalarının açık başarısızlıklarıdır. Sadece toplumun geniş emekçi kesimleri açısından değil, sermayenin dahi -süreci ne kadar lehine yönetmiş olsa da- başarılı sayamayacağı bir tablo vardır ortada. 

Bunlara sektörel kayıplar da eklenebilir. AKP dönemine, GSYH içinde sanayinin katma değerinin gerilemesi, teknoloji yoğun malların üretim ve ihracatında çok gerilerde kalınması; tarımda gıda egemenliğinin yitirilmesi gibi olumsuz gelişmeler damga vurmuştur. 2020'den itibaren Covid-19 etkisiyle birçok hizmet sektöründe telafisi zor kayıplar yaşanması bunlara eklenmiştir. 

AKP döneminin faturasını kabartan gelişmeler arasında, iş cinayetlerinin ve işsizliğin alıp başını gitmesini başa yazmak gerekir. Covid-19 etkisiyle iyice bozulan 2020 işgücü verilerine göre, geniş tanımlı işsizlik genelde yüzde 27,4; kadınlarda yüzde 34,8; gençlerde yüzde 41,1. İşbaşında olanların sayısı 2020'de 2,7 milyon kişi azalırken, son bir yılda iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar 1,7 milyon kişi artmış durumda (DİSK-AR). Bu sosyal felaket tablosuna bir de iktidarın vurdumduymazlığı eklenmeli. Kısa Çalışma Ödeneği'nin Mart sonunda sona erdirilmesi ve sistemde yalnızca akut sömürü düzeneği olarak ücretsiz izin uygulamasının bırakılması, AKP'nin sınıf karakterini vurguladığı kadar emek kesiminin sendikal temsiliyetinin de yok hükmünde olduğunun bir göstergesi.

Ekonomide kriz algısının yükselmesine yol açan parasal etkenler ise, fiyat enflasyonunun kontrol edilememesi, TL'nin değerinin istikrar kazanamaması ve faizlerdeki oynaklık olarak ortaya çıkmakta. 2018'den bu yana üç döviz krizine yol açan bir sermaye iktidarının, sermayenin çıkarları doğrultusunda böyle davrandığını, oradan oraya savrulduğunu ileri sürmek de pek indirgemeci bir yaklaşım olur. TL cinsi borçlarını ödeyemez durumda olanlar yanında, hatırı sayılır miktarda döviz borçluları da vardır. Faizlerin çıkmasından rahatsız olanlar, faizleri düşürüp döviz kurunun çıkmasından mutlu olabiliyorlar mı? Her ne kadar sermaye içinde IMF tarzı sıkı para/maliye politikalarını savunanlar (TÜSİAD) kadar anti-faiz lobicileri (sektörel çıkarları ve TL cinsi yüksek borç düzeyleri bakımından düşük faiz yandaşı olanlar) olsa da, sermayenin ortak çıkarları bakımından bu denli oynaklık ve öngörülemezlik asla kabul edilebilir değildir. Çünkü bu gidişatın sonuçları, sermayenin bütün kesimleri açısından olumsuz olacaktır.

Bu konuda, eski bir IMF yöneticisiyken şimdi ekonomi yorumcusu olan Desmond Lachman'ın OdaTV ve Sözcü'de (29 Mart) yer alan görüşleri kayda değer. Ona göre, "doların güçlendiği ve ABD'nin en büyük bütçe genişlemelerinden birine gittiği koşullarda Türkiye'ye sermaye akışı ani bir şekilde durabilir. Ülkeniz Türkiye gibi spekülatif saldırılara açık bir ülke ise, ortodoks olmayan ekonomi politikaları izleyip de piyasalara kırmızı bayrak sallamak hiç de iyi bir fikir değildir. Hem de Merkez Bankası yakında rezervlerini tüketmişken ve bunu yaparken yerli parayı korumayı da başaramamışken. Ve de firmalarınız ABD dolarına kayıtlı borç dağlarıyla uğraşırken, üstelik çok önemli turizm sektörünüz koronavirüs salgını nedeniyle diz çökmüşken". Lachman, "faiz politikası hakkındaki 'eksantrik' bakış açısının kötü bir zamanda devreye girdiğini", (...) "Erdoğan'ın harekete geçmek için gelişmekte olan ülkelere yönelik sıcak para koşullarının daha fazla sıkılaştırıldığı bir zamanı seçtiğini" belirterek, bunun "herkes tarafından bir ekonomik başarısızlık olarak görüldüğünü" dile getiriyor. 

Mevcut sistem içinde kalındığı sürece hiç de haksız bir eleştiri değildir. soL'daki son iki yazımızda biz de bu konuları işleyip durduk. TCMB'nin rezervlerini negatife düşürüp ardından faiz silahını da ıskartaya çıkararak ekonomi yönetiminin itibarını/güvenilirliğini yerle bir ettikten sonra, bir ödemeler dengesi krizinin ufukta olduğunu söylemek büyük bir öngörü bile sayılmaz. "Türkiye'ye sermaye akışının ani bir şekilde durması" öngörüsünün de başka bir anlamı zaten yoktur.

Dış politik maliyetler

Dış politikada gücünüz içerdeki gücünüz ölçüsündedir. Ekonominizi bir borç ödeme krizi (mali iflas) eşiğine getirmiş, dış kaynak girişlerine bağımlı ekonomizin ibresi sermaye çıkışları yönüne dönmüşse, milli paranın değer kaybı önlenemiyor veya yabancı paralar karşısında istikrarı sağlanamıyorsa ve buradan bir toparlanma yapabileceğinize dair güvenilirliğinizi de yitirmişseniz, dış ilişkilerde yeri tavizler için kıvama gelmişsiniz demektir. Bunun için herhangi bir ekonomik yaptırım tehdidine bile gerek kalmamıştır. Ekonomik kriz çıkarmak konusunda, bindiği dalı kesen iktidarlardan daha iyisini kimse yapamaz. RTE'nin bu bakımdan kimse eline su dökemez.

Böyle durumlarda dış ilişkilerde ödeyeceğiniz bedeller daha büyük bir mali bağımlılıkla sınırlı kalmaz. Ekonominizin küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılması için yeni dayatmalar yapılmasıyla da yetinilmez. Hele bir de tâbi olduğunuz hegemon güçlerin hoşuna gitmeyen bazı dış politika tercihleriniz (S-400 ve Rusya ilişkisi, Suriye, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Libya, hatta Çin ve İran politikaları) olduysa, daha büyük kol bükmelere, dış politik tavizlere hazır olmalısınız. Zaten bir bölümü akut kriz öncesinde kendiliğinden yapılıverir; Doğu Akdeniz'de sondaj geminizi limana çekersiniz; S-400'ü hangarda tutmak için yalvar yakar olursunuz; Kıbrıs'ta işe yaramadığı kanıtlanmış BM müzakerelerine yeniden zorlanırsınız; Libya'dan ÖSO'yu çekmeye başlarsınız... Daha önemlisi, ülkenizin kuruluş belgelerinden olan Montrö Sözleşmesinden bir Cumhurbaşkanı kararnamesi ile çıkılabileceğini TBMM Başkanı ağzından söylersiniz. Meclis Başkanının geri adımının bir anlamı yoktur; mesaj ilgili yerlere verilmiş, amaç (Batı blokuna tam sadakat gösterisi) hasıl olmuştur. (Kaldı ki, nasıl Biden Putin'e doğrudan "katil" dememiş, sorulan soruya "evet" diyerek bu ifadeyi üstlenmişse -ki RTE de bunu böyle anlamıştır-, şimdi "ben Montrö sözcüğünü kullanmadım" üzerinden tevil imkânı yoktur).

ABD tezgahında iktidara hazırlanmış ve iktidarda olgunlaştırılmış siyasal İslamcı hareketlerin, içerde ve dışarda sıkıştıkça, Doğu ve Batı güçleri arasında gidip gelen sarkacın (sözde denge politikasının) hangi tarafına tutunacağı çok açıktır. Batı'nın ekonomik gücünün şimdilik baskın olmasının da bu taraf seçmede etkisi olabilecektir. Ne yazık ki Karadeniz'de güçler dengesini kıyıdaş ülkeler aleyhine, ABD emperyalizmi ve müttefikleri lehine döndürme çabaları, Montrö veya Kanal İstanbul teşebbüsleri olmasa dahi yürürlüktedir ve AKP Türkiye'sinin bu tehlikeli oyunda rol kapma iştahı ürkütücüdür. 

Şu uyarıyı yapmadan bitirmeyelim: Türkiye Cumhuriyeti devleti, eğer Soğuk Savaş döneminde NATO'nun ileri karakolu olarak dahi yapmadığını bugünkü köşeye sıkışmış ve maceracı AKP iktidarı döneminde yapmaya kalkarsa, bunun ülkeye maliyeti yukarıda saydıklarımızın çok ötesinde olacaktır.