Sermaye hareketlerini denetleme önerileri, aslında kapitalizmle uzlaşmaktadır; kapitalizmin sadece neoliberal biçimini reddetmektedir. Türkiye için bu öneriler, bir anlamda 1960-1980 arası Türkiyesi’nin sınıf dengelerine dönüşü hedefliyor.

İki yıl içinde ikinci döviz krizi

IMF 2020’de Türkiye millî gelirinin yüzde 5 oranında küçüleceğini öngördü. Buna göre kişi başına millî gelir 3 veya 4 yıl boyunca gerilemektedir: Sabit TL hesabına göre 2018’den, dolar olarak 2017’den bu yana…

Bu, son yıllarda yoksullaşan bir Türkiye tablosudur. Daha da kötüsü, yoksullaşma işsizlikle birleşmiştir. Toplam istihdam korona arifesine (Şubat 2020’ye) kadar on altı ay kesintisiz daralmıştır. Türkiye kronikleşmiş bir toplumsal kriz içindedir.

Bu ekonomik tablo Mart’tan itibaren daha da ağırlaştı.

Buraya nasıl geldik?

AKP, 2015’ten beri bir meşruiyet bunalımındadır. 2019 belediye seçimleri gösterdi ki iktidar, temsilî demokrasinin Türkiye’deki lekeli sicili içinde dahi devrini doldurmuştur.

Korona şokunun ağır ekonomik yansımalarına Saray’ın tepkisi karışık oldu; yetersiz kaldı. Üstelik sorunlar, hiç yoktan yaratılan bir döviz kriziyle ağırlaştı.

Vadesi dolmuş neo-faşist iktidarlar tehlikeli, tutarsız tepkilere savrulur. Türkiye’de bu durum 2015’ten bu yana geçerlidir. İktidarı koruma endişesi, neoliberal ilkelerle çatışmaya yol açtı. Önce yakınarak; sonra adım adım çiğneyerek… 2018 ve 2020’nin döviz krizleri bu yüzden patlak verdi; ekonomi fazlasıyla zorlandı; finans kapitalin tepkileri döviz piyasalarına taşındı.

Bugün iktidar açmazdadır: Geçmişte tartışmasız benimsediği modele eksiksiz dönüşün yaratacağı siyasal maliyeti göze alamamaktadır. Neoliberal cendereden kopması ise, sınıfsal aidiyeti ile çatışır; bunun için gereken bilgi ve yüreklilikten de yoksundur.

Üç yıllık yoksullaşmanın, iki kriz dalgasının sorumlusu olan bu iktidar ekonomiyi yönetme becerisini yitirmiştir. Sonrasını tartışma zamanıdır. Gündem neoliberalizmdir ve iki stratejik alternatif söz konusudur: Yeniden uyum veya  kopma

Neoliberalizme yeniden uyum…

Bugünkü kriz ortamını neoliberalizm ile uyum içinde aşmak seçeneğini kimler savunuyor? En açık ifadeyi, Ali Babacan’dan duyduk: “2015’e kadar uygulanan çerçeveye dönüş…”. İyi Parti’den Durmuş Yılmaz 2006-2011’de TCMB Başkanlığı yapmıştı ve 2009’da Euromoney dergisi tarafından "Yılın Merkez Bankası Başkanı" seçilmişti. Demeçlerinden Ali Babacan’la aynı görüşte olduğunu çıkarıyoruz. CHP’nin etkili bir kanadı Derviş tutkunudur ve AKP’nin ondan devraldığı, 2007’ye kadar sürdürdüğü politikaları savunur.

Bu kişiler, AKP’nin yarattığı ekonomik kargaşayı “neoliberalizme yeniden uyum” yoluyla aşmak isteyen siyasal yelpazeyi de temsil etmektedir: CHP, Merkez-Sağ, ılımlı İslam’ı kapsayan bir restorasyon ittifakı… CHP yönetiminin de “restorasyon tarihi” konusunda 2015’i benimsemesi kimseyi şaşırtmamalı.

AKP muhalifi liberal iktisat çevreleri de Türkiye’yi iki döviz krizine sürükleyen Saray’ın hatalarının anatomisini yapıyor; “neoliberalizme yeniden uyumun yol haritasını” da açıklıyorlar. Özetleyeyim:

Korona salgını boyunca kamu maliyesinde kemer sıkma arka plana alınabilir. Hazine transferlerinde bütçe kısıtlarının aşılması, TCMB avanslarına başvurulması kabul edilebilir. Şu şartla ki “korona sonrası Türkiye”, malî disipline dönecek; mega yatırımların, Varlık Fonu’nun, KÖO projelerinin kamu dengesini bozan uygulamalarına son verilecektir.

Türkiye’nin kritik sorunu, salgın dönemindeki ek harcamaların yol açacağı cari açığın ve kısa dönemli döviz yükümlülüklerin finansmanıdır.

Geleneksel neoliberal reçeteye dönüş gerekiyor: Serbest sermaye hareketleri korunacak; TCMB yeniden özerkleşecek; politika faizini enflasyonun üstünde tutacaktır. Döviz kuru ise (kısa dönemli dalgalanmalar dışında) piyasa mekanizmasına bırakılacak; rezervleri artırmak öncelik taşıyacaktır.

Artırılan rezervler, cari açığın finansmanı, kısa dönemli dış borçların karşılanması âcil dış kaynak gerektirir. Uygun adres IMF’dir. Bu kuruluşun yeni oluşturduğu kısa vadeli kredi desteği, “güçlü makro-ekonomik gösteri olan” ülkelere açıktır. Türkiye (AKP sayesinde) peşinen dışlanmıştır. Bu nedenle IMF ile bir stand-by anlaşması uygun seçenektir. Para politikası, kamu dengeleri, yapısal reformlarla ilgili hedefler belirlenir; kredi taksitleri  bunların gerçekleşme oranlarına göre ödenir.

Kısa vadeli dış kaynak gereksinimini böylece karşılanır; parasal-malî daralma en azından bir yıl daha ekonomiyi küçültebilir. Piyasa dengelerine dönüş karşılığında  göze alınabilir bir maliyet…    

Neoliberalizme yeniden uyum döviz krizine  son verecektir; ama 21’nci yüzyıl Türkiyesi’ni biçimlendiren özelliklere dönerek… Bunları hatırlatayım:

Uluslararası finans kapitale bağımlı; yabancı sermaye giriş-çıkışlarını izleyerek canlanan, yavaşlayan, bazen krizlere sürüklenen; yüksek oranlı işsizliği  kronikleştiren durgun bir ekonomi… Emek karşıtı bölüşüm ilişkileri, borçlanarak gerçekleşen tüketim artışlarıyla telafi edilecek… Bütçe kısıtları sosyal devletin, kamu yatırımlarının aşınmasını kalıcı kılacak; değerlenen TL  sanayileşmeyi frenleyecek…

“Kopma”: Sermaye hareketlerinin denetlenmesi…

Neoliberalizmden kopmanın ön-koşulu sermaye hareketlerinin Merkez Bankası aracılığıyla siyasal iktidar tarafından denetlenmesidir. Bu adımın 2020’deki döviz krizi koşullarındaki öğelerini vurgulayalım:

Sermaye hareketlerinin denetlenmesi, TCMB’nin hem faiz oranını, hem döviz kurunu belirleme seçeneğini mümkün kılar. Bugünkü ortamda bu iki değişkenin geçmiş enflasyona endekslenmesi uygundur. Döviz kuru günlük, mevduat faizi aylık ayarlanır. Kredi faizleri ayrıca tartışılmalıdır.

Bu uygulama enflasyonu kronikleştirebilir; emekçi sınıfların korunmasını gerektirir. Çözüm, tüm emek gelirlerinin mümkün mertebe geçmiş enflasyona uyum sağlamasıdır. Memur, emekli maaşları, asgari ücretler aylık enflasyona göre ayarlanır. Çiftçiye dönük tüm fiyat desteklemeleri de girdi maliyetlerine göre endekslenmeli; ihraç ürünlerinde döviz kuru hareketlerinden oluşan TL getirileri ihracatçıdan çiftçilere yansıtılmalıdır.

Sermaye hareketlerinde kısıtlamalar, yabancılar ve yerliler (“yerleşikler”) için farklı yöntemlerle uygulanır. En basit bir önlem, yabancıların TL alacakları için döviz tahsisine son vermektir.  Bu kural TL ile alınan hisse senedi, tahviller ve kredi anlaşmaları için  uygulanır. Kriz sonrasında yabancıların  portföy girişlerinin temelli önlenmesi de hedeflenebilir. Borsanın “risk iştahı”na, spekülatörlere açık kumarhane işlevine son verilmelidir. Doğrudan yatırımların dövizle kâr transferlerine izin verilir.

Şirketlerin ve özel bankaların dış borçlarına siyasi iktidar (Hazine) muhatap olmamalıdır. Borçlu-alacak ilişkileri taraflar arasında düzenlenir; uluslararası icra-iflas kuralları uygulanır.

Ticari krediler dışında banka-dışı şirketlerin yurt dışından ve dövizle borçlanmasına, yenilenmesine; dış borçlarının yerli bankalara, Hazine’ye, Varlık Fonu’na devredilmesine son verilmelidir. Bankalar ise dış kredilerini döndürmek zorundadır; ödenemeyen faizler,  kredi dilimleri, tahviller vb özel hukuk kurallarına tabidir. Ancak, finansal istikrar için bazı bankalara kamu desteği gündeme gelebilir.

Bunalım ortamı geçtikten sonra özel bankaların dış kredileri denetlenmelidir. Örneğin dolarla borçlanıp TL kredilerine dönüştürme ile oluşan arbitraj getirileri önlenmelidir.

Türkiye burjuvazisi, orta sınıfları da sermaye hareketlerinin denetimine muhatap olacaktır. Yurt dışına servet aktarımı önlenmeli; döviz hesaplarından transferler denetlenmeli; topluca TL’ye çevrilme yerine “yumuşak” ara-seçenekler yeğlenmelidir. Dövizin  bir “yatırım” aracı olması giderek son bulmalıdır.

Devletin ve kamu bankalarının dövizli dış borç yükünün döndürülmesi bir süre öncelik taşımalı. Korona ortamında geniş çaplı borç yapılandırma seçenekleri gündemdedir. Bu fırsat gerekirse kullanılır.

Sınıfsal tepkiler ve iktidar sorunu…

Bu türden bir operasyon, uluslararası finans kapitalin Türkiye ekonomisine net kaynak aktarımına son verir. Sorun şudur: Dış ticaret dengesi içinde işsizliği aşağı çekecek bir büyüme temposu nasıl gerçekleşebilir?

Dış kaynak aktarımı sıfırlanırken büyüme temposunu yükseltecek sermaye birikimi, başlangıçta tüketim düzeyi bastırılmadan gerçekleşemez. Bu “fazla” burjuvazinin tüketiminden sağlanamaz.

AKP’li yılların emekçilere “armağanı” da unutulmamalı: Ücretlerde, emek gelirlerindeki aşınmaları telafi eden; borçlanmanın  mümkün kıldığı tüketim artışları… Bu ortama alışmış beyaz ve mavi yakalı işçiler, çiftçiler, orta sınıflar, yatırımlardaki artışın yıllara taşınabilecek fedakârlığını sineye çekecek mi?

Dikkat edin: Sermaye hareketlerini denetleme önerileri, aslında kapitalizmle uzlaşmaktadır; kapitalizmin sadece neoliberal biçimini reddetmektedir. Emperyalizm ve finans kapital, bu türden bir “kopuş” karşısında hareketsiz kalacak mıdır?

Türkiye için bu öneriler, bir anlamda 1960-1980 arası Türkiyesi’nin sınıf dengelerine dönüşü hedefliyor. Geçmişte o dönemle barışık olan burjuvazi bugün sert muhalefete geçecektir; beyaz yakalı emekçileri, orta sınıfları da peşinden sürükleyerek…

Bu gözlemler neoliberal düzenden kopmanın dahi devrimci bir dönüşümü gerektirdiğini gösteriyor. “2015 restorasyonu” hedefi etrafında birleşebilecek tutucu burjuva muhalefet blokunu aşar.

Bu iş olsa olsa sosyalistlerden (hâlâ varlarsa) anarşistlere kadar uzanan devrimci muhalefetlere düşer: Hem Türkiye’nin demokratikleşme kavgasını (“2015 restorasyonu yetmez” diyerek) hem de neoliberalizmden, giderek kapitalizmden kopma mücadelesini üstlenecek başkaları olmadığı için…