Fatih Yaşlı salgının kapitalizme etkisini, yaşlılığın sınıfsallığını ve günümüzün distopyasını yazdı.

'İhtiyarlara yer yok'

Siyasi polisiye meraklılarının yakından tanıdığı isimlerden biri olan Philip Kerr, son romanı “1984.4”de, kitabının adının gönderme yaptığı kitaptan da tahmin edilebileceği üzere, bu sefer okura polisiye değil distopik bir hikâye anlatır.

2034 yılında İngiltere’de geçen bu hikâyede distopya “gençlik” üzerine kurulmuştur ve iktidardakiler belli bir yaşı geçen ve “Yorgun İhtiyar Pislikler” diye anılan yurttaşları “gönüllü ötenazi programları”na almakta, bunu kabul etmeyenler ise 15-16 yaşındaki gençlerin infazcı olarak görev yaptığı  “İhtiyarlık Servisi” tarafından öldürülmektedir.

“Hükümet Önderi Hayder”in İhtiyarlık Servisi’ne yaptığı bir ziyarette gençlere görevlerinin neden “kutsal” olduğunu anlattığı konuşması, bize 2034 İngiltere’sindeki toplum düzenine dair önemli ipuçları verir. Hayder, sağlık alanındaki gelişme ve ilerlemelerle birlikte hastalıkların çoğunun ortadan kaldırıldığını, insan ömrünün uzamaya başladığını,1940’ta insanların ömürlerinin yüzde 17’sini emekli olarak geçirirken şimdi bu oranın yüzde 50’ye çıktığını söyler. Konuşmasının devamında Darwin’e bir gönderme yapan Hayder, “artık biliyoruz ki” der, “yaşlı hayvanların, evrim geçirmiş genetik yapıyı taşıyacak genç hayvanların azalan kaynaklardan kazanç sağlamaları için ölmeleri gerekiyor.” 

Hayder konuşmasında gençlere kısa bir “tarih dersi” de verir ve yıllar önce İngiltere’de “demokratik bir oylamayla” yaşlı vatandaşların gönüllü ötenaziyi kabul ettiğini, “belli bir yaşa gelen ve artık ailesine ve topluma yük olmak istemeyen büyükanne ve büyükbabalar”ın “insani biçimde öldürülecekleri” bir yere gideceklerini hatırlatır. 

Binlerce kişinin bunun için gönüllü olduğunu iddia eden Hayder, konuşmasına “Bu saygıdeğer vatandaşlar daha saygın biçimde ölmek istedi ve biz de isteklerini yerine getirdik. Nasıl yapmazdık? Bizi asıl güçlendiren, hem bunu yapıp hem de iyi insanlar olarak kalabilmektir. Gelişmek ve ilerlemek isteyen toplum böyle olur” diye devam eder. 

“Hükümet Önderi Hayder”, konuşmasını infazcı gençlere şöyle seslenerek bitirir: 

“Yaşlı ve iş göremez vatandaşlarımızın kendilerine bakamayacakları bir yaşın ötesine geçmesine izin verirsek açlıktan öleceğimiz kesindir. İşte sizler burada, sizden başkasının yapamayacağı zor bir vazifeyi ifa etmek için devreye giriyorsunuz. Sizler hiç kimsenin bahsetmeyeceği tarihin şanlı sayfalarından birini yazacaksınız. Her şeyden önce yapmanız gereken şey, bunun türümüzün hayatta kalması için gerekli olduğunu bilmek ve bunu yapmak için seçildiğinizden dolayı gurur duymaktır.”

Yaşlılığın sınıfsallığı 

Sanatı güçlü kılan şeylerden biri geleceği bir kehanet misali insanlığın gözleri önüne sermekse, kapitalizmi güçlü kılan şeylerden biri de insanlığa zaten bir distopyanın içerisinde yaşadığını unutturabiliyor olmasıdır. 

Romanlarda, filmlerde, dizilerde anlatılan bütün o gözetim teknolojileri, kontrol mekanizmaları, zihin biçimlendirme modelleri, insanın robotlaştırılması, köleleştirilmesi, makinenin bir dişlisi haline getirilmesi vs… Bunların hepsi aslında çoktan yaşadığımız hayatlarımızın bir hakikati haline gelmiştir ama biz tüm bunları hala birer film karesi, birer roman sayfası zannetmeye devam ederiz. Dediğim gibi, kapitalizm gücünü buradan alır: Çoğunluğun onun distopik karakterini idrak edemiyor ve bu idrak üzerinden bir kurtuluş fikrini tahayyül edemiyor oluşundan.  

Tam da bu noktada Kerr’in romanından yola çıkarak soracak olursak, ihtiyar yurttaşların toplumun sağlığı için feda edilebilir oldukları düşüncesinden hareketle cinayet işlemeksizin öldürülebilir hale gelmeleriyle Korona sürecinde çoğunluğu yaşlı bakım ve huzurevlerinde olmak üzere ölmeye terk edilmeleri arasında, izlenen “yöntem” dışında herhangi bir fark var mıdır? 

Elimizde kesin veriler yok ama hem ABD’de hem Avrupa’da huzurevlerinde yaşayan binlerce kişinin Korona virüs nedeniyle yaşamlarını yitirdikleri, ölenlerin önemlice bir bölümünü yaşlı vatandaşların teşkil ettiği, o yaşlı vatandaşların büyük çoğunluğunun ise yaşlı bakım ve huzurevlerinde yaşadıkları biliniyor. 

“Fiili sürü bağışıklığı”nın bir boyutunda alt sınıfların çarkların dönmesi adına hayatlarının feda edilebilir olması bulunurken, diğer boyutunda yaşlı yurttaşların ölmeye terk edilmeleri bulunuyor ve ikincisi de en az ilki kadar sınıfsal bir karakter taşıyor.

Sınıfsal bir karakter taşıyor; çünkü yaşlı yurttaşlar, tıpkı Kerr’in romanında anlattığı üzere, ortalama insan ömründeki uzamadan kaynaklı olarak, uzun yıllar boyunca emekli maaşı alan, sağlık harcamaları yapan, devleti bakım ve huzurevleri açmaya mecbur bırakan, dolayısıyla da kapitalizmin sırtında yük olan kişiler olarak görülüyorlar. 

Tam da bu nedenle, kapitalizm son kırk yıldır esnek çalışma sistemini yerleştirmeye ve böylelikle kıdem tazminatından kurtulmaya, emeklilik yaşını uzatmaya ve böylelikle emeklilere toplamda daha az ödeme yapmaya, sigorta ve sağlık sistemini özelleştirmeye ve böylelikle bu alanı da piyasaya açmaya çalışıyor. 

Her şeyin piyasalaştırıldığı ve dolayısıyla her şeyin bir fiyatının olduğu, her şeyin maliyetinin hesaplandığı bir çağda, yaşlı yurttaşlar da kendilerini bu süreçten kurtaramıyor ve kapitalist rasyonalitenin fayda-maliyet analizinin bir parçası haline geliyorlar. 

Bu fayda-maliyet analizi Korona bağlamında yapıldığında yaşlı yurttaşların gözden çıkarılmaları ve ölmeye terk edilmeleri kapitalizm açısından anlaşılır hale geliyor. 

Sermaye, adı konulmamış bir sosyal darwinizm mantığından hareketle, belli bir yaşın üzerindeki yurttaşların ölümünü toplumun geri kalanının sağlığının garantisi olarak sunuyor, bunun makul ve kabul edilebilir olarak görülmesini istiyor.  

Esas meseleyi ise anlaşılacağı üzere kapitalizmin bekasının ve sermaye birikiminin pürüzsüz bir şekilde işlemesinin garanti altına alınması, sermayenin hızını kesen ne varsa ortadan kaldırılması oluşturuyor.

Kıdem tazminatının gaspı

Türkiye kapitalizmindeki gelişmeleri dünya kapitalizmindeki gelişmelerden, Türkiye sermaye sınıfının yönelimlerini dünya sermayesinden ayırarak anlamak mümkün değil. Nasıl ki dünya kapitalizmi son kırk yıldır neo-liberal ajandaya uygun bir şekilde emeğe yönelik geniş bir saldırı siyaseti izliyorsa Türkiye kapitalizmi de aynısını yapıyor, bunun son örneğini ise kıdem tazminatına dair yeni düzenlemeler oluşturuyor. 

İktidara geldiği ilk günden beri neo-liberal ajandanın sadık bir takipçisi olan AKP’nin Korona’yı sermaye adına bir fırsata dönüştürmek istediğini ve “izole üretim üsleri”nden tutun da “ücretsiz izin”e uzanan bir genişlikte attığı adımlarla emek rejimini buna göre yapılandırmayı hedeflediğini ilk günden beri yazıp çiziyoruz. 

İşte kıdem tazminatına, yani çalışanların çeşitli nedenlerle işten çıkarılmaları ya da ayrılmaları halinde alacakları toplu paralara yönelik son hamleler bu hedefin yeni bir aşamasını oluşturuyor ve iktidar bir yandan kıdem tazminatını fona devretmeyi, öte yandan “esnek çalışma”yı yerleştirerek kıdem tazminatını fiilen ortadan kaldırmayı ve gasp etmeyi hedefliyor.

Bu gaspın bir boyutunda kıdem tazminatına ulaşmanın zorlaştırılması bulunuyor. Buna göre çalışanlar 60 yaşına kadar kıdem tazminatı alamayacak, 60 yaşına gelindiğinde ise tazminatın % 25’i alınabilecek, gerisi aylık maaşa eklenerek ödenecek. Diğer boyutu ise “esnek çalışma” oluşturuyor. 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanlar, Alpaslan Savaş’ın SoL’da ayrıntılı bir şekilde anlattığı üzere, “belirli süreli sözleşme” düzenlemesiyle birlikte hem çok daha kolay bir şekilde işten çıkarılabilecekler, hem de kıdem tazminatı uygulamasının dışında kalacaklar. 

Bu, aynı zamanda çalışanlar açısından gelir kaybı ve sendikalaşmanın zorlaşması, sermayedarlar açısından ise ödeyecekleri sigorta priminin düşmesi anlamına gelecek. Uzun vadede ise emeklilik haklarının kazanılmasının fiilen imkânsız hale gelmesi ve piyasanın insafına terk edilmesi gibi bir durum ortaya çıkacak. Dolayısıyla bu düzenleme aracılığıyla emeğin haklarının gaspı ve sermayenin bekası adına son derece kritik bir adım atılmış ve böylece sermaye bir hayaline daha kavuşmuş olacak.

Çıkış 

Salgın kapitalizmin üzerindeki o mistik tülü bir kez daha kaldırdı ve onun vahşi, gerçek yüzünü bir kez daha gözler önüne serdi. Çarkların dönmesi adına feda edilebilir olanlar, deri rengi nedeniyle yasal mermilerin hedefi haline gelebilenler, yaşı nedeniyle ölüme terk edilebilenler, adeta bir resmigeçit halinde geçiyor gözlerimizin önünden. 

Kerr’in distopyası sadece yaşlıların feda edilebilir olduğu bir dünyayı anlatıyordu, bizim yaşadığımız distopyada ise parası ve gücü olmayan herkes feda edilebilir bir durumda. 

Hem dünyada hem bizde “normalleşme” adı altında halk sağlığı sisteme feda ediliyor, küçücük çocuklar sınavlara sokuluyor, gençler işsizlik gerçeğiyle yüz yüze geliyor, emeklilerin maaşları, çalışanların kıdem tazminatları gasp edilmek isteniyor, yaşlı yurttaşlar huzurevlerinde yaşamını yitiriyor. 

Düzenin bekası adına feda edilebilir olmak, iş yerlerinden, fabrikalardan, inşaatlardan, sokaklara, okullara huzurevlerine taşıyor, kapitalist distopya bir ahtapot misali insanlığı sarıyor, kuşatıyor, boğuyor.

Çıkış mı? Çıkış, distopyalardan “kısmi” bir çıkış olmadığını, distopyaların reforme edilemeyeceğini, ihtiyacımız olan şeyin radikal bir politika, devrimci bir kurtuluş projesi olduğunu bilmekten, bunu görmekten geçiyor. 

Bize dayatılan bu distopyayı ne kadar kökten reddedersek, hakikat diye karşımıza konulana ne kadar topyekûn bir şekilde itiraz edebilirsek, kendi hakikatimizi onun karşısına ne kadar güçlü bir şekilde çıkarabilirsek, buradan çıkış da o kadar kolay hale gelecek.