'Önemli bir kesimin amacı, tam tersine tacizin, cinselliğin, kadın-erkek ilişkilerinin altında yatanlara işaret etmek olsa da piyasa el çabukluğu ile kendini aklayıverdi.'

İfşa

Geçen yüzyılın son günleriydi sanırım ya da 2000 yılının ilk günleri. Öğrenci parasızlığı içinde akıl, fikir ve dünya görüşü için gazetelerin eklerini takip ettiğimiz günlerdi. Radikal İki, Cumhuriyet Pazar ve Cumhuriyet Kitap biriktiriyoruz evde. İşte o günlerden birinde denk gelmiştim Cumhuriyet kitapta Hasan Ali Toptaş’a. Daha kapaklara taşınmamıştı fotoğrafları. Bin Hüzünlü Haz yeni yayımlanmıştı sanırım.

O zamanlar edebiyat piyasası daha yeni yeni şekilleniyordu. Daha doğrusu edebiyat piyasaya doğru yeni yeni şekilleniyordu. 80 darbesiyle bir yola girmişti edebiyat ama esas müdahale 90’larda gelmişti. Biz de o günlerde okur ve de “yazar” olmaya çalışıyorduk, kendimizce. İletişim, Orhan Pamuk ile Yeni Hayat manevrasını tamamlamış yeni operasyonlara hazırlanıyordu. Doğan Kitap yeni kurulmuş ama kitabınızın oradan basılması o sıralar, henüz utanılacak bir şeydi. Yapı Kredi ise Küçük İskender’i ödediği dolgun teliflerle sevindiriyordu. Öyle günler işte.

O döneme kadar bir kitapla “yazar” olan, hatta “yazar” elbisesini tık diye üstüne geçiriveren pek yoktu. Ayıptı, görmemişlikti, ihanetti öyle şeyler. Edebiyat, her şeye rağmen, hasbelkader bir tür solculuktu. Her tür zaafına rağmen bir tür mücadele, direniş, muhaliflik vs. vs. yeriydi harfler. Mesela Ankara’da, Konur Sokak’ta bir kahvehane vardı, bilen bilir, 90’ların kültür mekanlarından birisiydi işte: bol sigaralı ve çok demli. Nöbetçi edebiyatçı kıraathanesi gibiydi orası. Havadaki dumana başka hiçbir yerde duyulmayacak fikirler, sözler karışırdı. Bir yandan da bir eylemci müfrezesi saklı dururdu içeride. Harçlıklarla denkleştirilen dergilerde yazan bu ekip paranın, şan ve şöhretin değil daha çok halkın, toplumun, gariban ve yoksulların, acı çekenlerin davasının ya da hiç olmadı kendi acılarının peşindeydi.

Zaaflarıyla... Örgütlü bir örgütsüzlük içinde, piyasaya mesafeli ama küçük de olsa konfor arayan bir toplam vardı oralarda, o dönemde. O zaaflar, bugünlere çıkan yıllara yol olacaktı!

Kapitalizm öncesi üretim mekânı gibiydi oralar. Mekân kapitalizm öncesi gibi olunca değerler, inançlar da öyleydi. Kitaplar ya dayanışma ile çıkarılırdı ya da borç harç ile basılırdı. İstanbul piyasası daha yeni yeni girmeye başlıyordu oralardaki harflerin arasına.

Türkiye’nin yokluktan bo(ğu)kluğa geçtiği yıllardı ve kimileri de bu süreci bolluğa geçiş olarak okudu, öyle yürüdü. Küçük edebiyat işletmelerinin kapanıp gittiği piyasada tekelleşmenin alıp başını gittiği, daha önce kimsenin aklından bile geçmeyen rakamların havalarda, akıllarda ve masalarda dolaştığı bir dönem açıldı. Kapitalizm öncesi tüm değerler yerlerini piyasanın iştahına bıraktı. Geçmişi de peşinde sürükleyerek.

İlk kez Kızılay’da, ölüm orucu eylemlerinde görmüştüm Hasan Ali Toptaş’ı. Polis barikatının önünde, metro havalandırmasına çıkmış, elinde taşıdığı döviz ile bir kayıp zaman kahramanı gibi duruyordu. O kahveden çıkıp gelen müfrezenin içindeydi. Sonrasında ise tanışmıştık, bir imza gününde. Pek bilinmeyen bir coğrafyanın, Uşak ile Denizli arasında kaybolmuş Baklan Ovası’nın sesi gibiydi. Mütevazi, içten ve dostça. Henüz “ünlü” olmamıştı.

Hiç unutmam, tıp fakültesi son sınıftayım. Üniversite hastanesinin yanık servisinde nöbetçiyim. Gece, tek başıma. Servis telefonu çaldı, açtım. Telefonun diğer ucunda Hasan Ali Toptaş. O imza gününde verdiğim iki öyküyü okumuş, çok da sevmiş ve aramak istemiş. Evdekilerden nöbetçi olduğum servisin telefonunu öğrenmiş. Nasıl da sevinmiştim!

Verdiğim öykülerden birinin adı ise Oedipus Ölmeli’ydi. Henüz psikiyatri, yaşam ufkumda yoktu. Denk gelmişti işte. Genç bir erkeğin babasından ve de tabii ki büyükbabasından devraldığı erkekliği sorguladığı bir öyküydü. Acemi bir öykü. Bir ağabeylik yapıp içtenlikle eleştirmişti.

Sonra yeniden yeniden denk geldik, sokaklarda yürüdük, aynı masada oturduk, haberleştik. Ama sonraki kitaplarına bir türlü yakınlık duyamadım. Arada sanırım sadece Yalnızlıklar ile Harfler ve Notalar’daki denemelerini okudum. Ben, edebiyattan uzak, bambaşka günlerin içine düşmüştüm. Bağımız ise kopmuştu. Ama o naif, kaybolmuş bir coğrafyanın yazarı artık her yerdeydi. Her dildeydi. Ve yaslandığı naiflik ile pek itiraz etmediği piyasa (yayınevi transferleri, ödüller, telifler, sonu gelmeyen övgüler) arasında büyük bir orantısızlık, asimetri vardı. Açık bir marketing vardı ortada. Sınırsız, her şeye win win diye bakan.

Olan biteni benim gibi uzaktan ara ara izleyenler için edebiyat piyasası, oranın baronları kendilerine göre bir Hasan Ali Toptaş biçmiş ve dikmişlerdi. O kendi kitaplarını kendisi bastıran, Konur sokaktaki 20 metrekarenin içinde dayanışan yazarı, piyasanın kurtları çoktan gömmüşlerdi.

Üstünde tepindiler. Sanırım çok da para kazandılar.

Ve sonra işte bu haftaya vardık.

Araya onlarca kitap girmiş. Hiçbirini okuyamadım. Okumaya da çalıştım ama olmadı, bıraktım. Geçen yıl çıkan kitabının kapağına da zaten yayınevi “ilk baskı 150.000” diye yazmıştı. Uzanıp bakamadım bile.

Üzgünüm.

Piyasa baştan çıkarır, tüm değerleri ayaklar altına alır, tüm adanmışlıkları çürütür.

Ortada tekrarlayan tacizler olduğu açık. Bireysel bir mesele mi? Herkes öyle görüyor sanırım. En rahatı da öyle belki. Tacizi, sapkınlığı bireysel bir konu olarak ele almak…

Önemli bir kesimin amacı, tam tersine tacizin, cinselliğin, kadın-erkek ilişkilerinin altında yatanlara işaret etmek olsa da piyasa el çabukluğu ile kendini aklayıverdi. Önceki yayınevi her zamanki gibi süreçte en “muhalif” görünmeyi hemen başardı, kitabının kapağına bol sıfırlı rakamlar basan yayınevi ise sürece çok “profesyonel” yaklaştı.

E... Ne oldu? Ödüller mesela? Ne oldu? Yazar pazarlamacılığı ne oldu? Bir yazarı kendi emeğine yabancılaştıran milyonluk sözleşmeler? Onlara değinilmeden kapanacak bu konu, çok belli.

O kahvedeki değerler eskiydi. Oradaki aşk, ilişkiler, bastırma, yüceltme… Hepsi geçmişin üretimiydi. Bir başka üretim biçimin değerleriydi onlar. Ama onları yaşatan, onlara insan sıcaklığı, sınırını bilme ve kendinin değil de daha büyük bir toplamın derdini sürme/gözetme enerjisi veren öyle de olsa böyle de olsa olmayan bir devrimin ateşiydi. Direnişti, muhaliflikti. Kör topal yürüyen solculuktu. Onlar gitti ve herkes yerini tercih etti.

Piyasa ise kendine harflerden para bastı.

Üzgünüm…

Atlansın istemem.