İhtiyacımız olan şey, sınıf eksenli bir siyaset ve bu siyasetin içine laiklik mücadelesinin yerleştirilmesidir.

İçki, laiklik, sınıf

Türk sağının yetmiş beş yıldır en büyük başarısı, sınıfsal çatışmaları kültürel çatışmalara, sınıfsal öfkeyi kültürel öfkeye tahvil edebilmesi, dönüştürebilmesidir. Bir ideoloji olarak sağcılık, emekçilerin, yoksulların, alttakilerin düzene yönelik içgüdüsel öfkelerinin bilinçli bir öfkeye dönüşmesini böyle engeller ve bunun için de çeşitli ideolojik araçlar kullanır. 

Alt sınıflar, üsttekilere baktıklarında, sömürü düzeninin onların şahsında cisimleşmesini ve dolayısıyla sömürülüyor oluşlarını değil, bunun ancak “gölgesini” görürler bu araçlar sayesinde. Onlara öfkelenirler öfkelenmesine ama öfkelendikleri şey, doğrudan sömürülüyor olmaları değildir; bu öfke ancak dolayımlanarak açığa çıkabilir. Yoksullar zenginlere, kendilerini sömürdükleri için değil, onların yaşam tarzları, “ahlaksızlıkları”, içki içmeleri, eğlenme biçimleri, dinden uzak olmaları vs. üzerinden öfkelenirler, daha doğrusu öfkeleri bunlarda somutlaşır. 

Zenginler, yoksulların gözünde, milletin değerlerine yabancılaşmış, dinden uzak yaşayan, gelenek ve göreneklerini unutmuş, batı özentisi tiplerdir. Dolayısıyla, alt sınıflar, kendileriyle üst sınıflar arasındaki farkı, doğrudan sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ikiliği üzerinden değil, yaşam tarzlarının farklılığı üzerinden kavrarlar, içgüdüsel sınıf kiniyle bilinçli sınıf kini arasındaki bariyer tam olarak burasıdır. 

Bu ise elbette ki kendiliğinden ortaya çıkmaz, sağcılık bunu yeniden ve yeniden üretir, temel ikiliğin ve esas çelişkinin emekle sermaye arasında olduğuna dair hakikatin üzerini, ideolojiyle örter. Bunun için de bir tarafa “millet”i ve diğer tarafa “milletine ve onun değerlerine yabancılaşmış olanlar”ı koyar, temel ikiliği bunun üzerinden şekillendirir ve siyasal anlatısının merkezine bunu yerleştirir. 

“Millet”in ezici çoğunluğunu emeğiyle geçinenler oluşturur ama sağcılığın anlatısında onlara temel özelliklerini veren şey, sınıfsal kimlikleri değildir. Burada din ve milliyetçilik devreye girer ve Türklükle Müslümanlığın sentezi bu kimliğin belirleyici unsuru olarak sunulur, bu da dini ve milli hamaset edebiyatıyla sürekli bir şekilde tahkim edilir. 

Bu anlatıda “millet”, dini vecibelerini yerine getirir, vatanına, milletine, devletine bağlıdır, ezanı, Kuran’ı, bayrağı “yere düşürmez”, gelenek ve göreneklerini devam ettirir. Bunun yanı sıra tevekkül eder, tamahkâr değildir, isyan etmez, başkaldırmaz, feraset sahibidir. “Milletine yabancılaşmış olanlar” ise, dinden, geleneklerini, ananelerini çoktan yitirmiş, giyim kuşamlarıyla, yedikleri içtikleriyle, çaldıkları söyledikleriyle milletten uzaklaşmışlardır.

İşte Türk sağı “milletin değerleri”nin siyasal alandaki temsilciliği iddiası üzerinde yükselir. “Yeter söz milletindir” sloganı boşuna icat edilmiş değildir. Sağ, önce bir “millet” icat eder, sonra  da milletin adına konuştuğunu, vesayetçiler, batıcılar, jakobenler vs. karşısında onun değerlerini savunduğunu iddia eder, o değerlerin sahiplenicisi olduğu iddiasıyla siyaset yapar. 

Dolayısıyla sağ, alt sınıfların öfkesini bu paradigmanın içerisine yerleştirir ve o öfkeyi manipüle edip etkisizleştirir, böylece sınıf çelişkilerini kısa devreye uğratır, apolitikleştirir. 

Zaman zaman “kodamanlarla” kavga ediyormuş gibi yapsa da, sağın toplumun zihnine yerleştirmeye çalıştığı şey, milletin düşmanının bir sınıf olarak patronlar değil, milletin değerlerine yabancılaşanlar olduğudur. Hatta öyle ki, bu bazen kırk yıldır Cumhuriyet gazetesi okuyan emekli öğretmen bir çift, bazen “seçilmiş olmak kafana göre hareket etmek değildir” diyen eski bir bürokrat ya da bir savcı, bir hâkim olabilir.

Sendika, grev, toplu sözleşme, miting, yürüyüş, gösteri mi? Bunlar ise “anarşik” işlerdir. Bizim işçimiz aşırı akımlara kapılmayacaktır, önemli olan iş barışıdır, devletimiz işçinin de işverenin de hakkını vermekte, ikisinin de birbirini gözetmesini istemektedir, komünistler işçilerin temiz duygularını istismar etmekte, onu kendisine ekmek verenlerle karşı karşıya getirmektedir.

İslamcılık, millet ve millete yabancılaşmış olanlar ikiliğini semboller siyaseti üzerinden popülerleştirir ve söyleminin kurucu unsurlarından biri yapar. Bu sembollerden en önemlilerinden biri de içkidir. İçki, Türkiye modernleşme sürecinin en önemli sembollerinden biri olarak görülür ve bunun üzerinden modernleşme, cumhuriyet, laiklik ve elbette ki Mustafa Kemal hedef tahtasına yerleştirilir. 

Bütün bir İslamcı söylemde, Cumhuriyet düşmanlığı içki sembolizmi üzerine kurulur. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında düzenlenen balolar ve Atatürk’ün sofrası, milletin değerlerine yabancılaşmış bir rejim ve o rejimi yöneten elitler söylemini güçlendirmek için bire bin katarak anlatılır. Yakın geçmişe tanıklık ettiğimiz “kızlı erkekli yaşıyorlar” ya da  “iki ayyaşın yaptığı yasa” çıkışları, İslamcılığın tarih anlatısının günümüz İslamcılığında vücut bulmuş halidir. 

Tam da bu nedenle, içki üzerindeki fahiş vergi de, salgın bahane edilerek getirilen yasaklar da politiktir ve doğrudan İslamcılığın Cumhuriyet’le ve Mustafa Kemal’le hesaplaşma, onlardan rövanş alma ve yeni bir rejim inşa etme arzularının bir sonucudur. 

Bugün gelinen noktada, rejimin içki üzerindeki yüksek vergiler sayesinde elde ettiği yüksek gelirleri dahi elinin tersiyle bir kenara itecek şekilde, sokağa çıkış yasağı ile içki satış yasağını eşleştirmesi, bunun en büyük kanıtıdır.

Salgın boyunca önce içkili mekânlar kapatılmış, “normalleşme” sürecinde bazıları ruhsat gerekçesiyle açılamamış, tekrar açılanların ise faaliyet saatleri aşağı çekilmiş, ardından ikinci kapatma gelmiş ve mesele bununla da sınırlı kalmayarak, önce tekel bayilerinde, sonra da marketlerde, sokağa çıkma yasağı saatlerine paralel bir şekilde içki satış yasağı getirilmiştir. İçki satış yasağının salgınla en ufak bir ilgisinin bulunmadığı, buradan bir salgın önlemi çıkmayacağı ise açıktır. 

İslamcılığın semboller siyaseti açısından en az içki kadar önemli olan ve milletin değerlerine yabancılaşma biçimlerinin en önemlilerinden biri olarak görülen yılbaşı kutlamaları da, evlerde toplanmak da dâhil olmak üzere, salgın gerekçe gösterilerek yasaklanmış, içki satış yasağına bu yasak da eklenmiştir. Daha önemlisi ise evlerin “yılbaşı partileri” gerekçe gösterilerek basılabileceği, emniyetin ve istihbaratın bu doğrultuda çalışacağı yönünde yapılan açıklamalardır. Salgın, Türkiye İslamcılığının en büyük hayallerinden birinin gerçekleşmesinin bahanesi yapılmış, yılbaşı kutlamaları yasaklanmış, dahası “evlere girme”in önü açılmıştır. 

Bahane diyoruz, çünkü Mart ayından beri yaşananlara bakıldığında, iktidarın ne gerçek anlamda salgınla mücadele ettiğini ne de halk sağlığını öncelediğini söylemek mümkün görünmektedir. Çarkların dönmesi adına evde oturmaları adeta yasaklanan milyonllar, alınmayan önlemler, çarpıtılan veriler, söylenen yalanlar, sermayenin çıkarlarını garanti altına almaya yönelik adımlar, bunların hepsi bize iktidarın salgını nasıl yönettiğini çok açık bir şekilde göstermektedir.  

Salgın, halk sağlığı ve kamu yararı öncelikleriyle yönetilmemekte, rejimin üzerinde yükseldiği üç sacayağını tahkim etmenin bir vesilesi olarak değerlendirilmekte ve ona uygun adımlar atılmaktadır. 

Üçlü sacayağından ilkinde emek düşmanı neoliberal politikalar vardır. Ücretsiz izin uygulamasıyla işçilerin günde 39 TL’ye mahkûm edilmesi, esnek, taşeron çalışmanın ve kıdem tazminatının gaspının gündeme getirilip kamuoyunun yoklanması, grevlerin kararnamelerle ertelenmesi, sendikal faaliyetlere göz açtırılmaması, bu politikaların birer çıktısı olarak karşımızda durmaktadır.

İkinci sacayağında rejimin otoriterleşme sürecinin derinleşmesi vardır. Bekçi yasası, baro yasası, sosyal medya yasası ve en son çıkarılan STK’lara kayyum atanabilmesine dair yasa, bu sürecin somutlaştığı düzenlemelerdir. Salgın, kimin siyasi faaliyet yapıp kimin yapamayacağının belirlenmesinde bir araç olarak kullanılmış, siyasal alan muhalefet için iyice daraltılmıştır. 

Ve üçüncüsü dinselleşmedir. Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasından Diyanet İşleri’nin bir fetva makamına dönüşmesine ama asıl önemlisi kamusal alanın salgın bahanesiyle doğrudan dizayn edilmesi girişimine uzanan bir genişlikte, dinselleşme politikaları salgın boyunca derinleştirilmiştir. İçki yasağına ve yasağın uygulamasına bakıldığında bu derinleşme çok net bir şekilde görülebilmektedir. 

İktidar partisi tahayyül ettiği rejim doğrultusunda gereken adımları salgının kolaylaştırıcılığı altında atmaya devam ederken, düzen muhalefetinin gündeminde dinselleşme ve bunun panzehri olarak laiklik bulunmamaktadır, laiklik iktidarıyla muhalefetiyle düzenin gündeminden çıkmış durumdadır.

Tam da bu nedenle laikliği savunmak da artık sosyalistlerin, komünistlerin meselesidir; çünkü dinselleşme hayat tarzına ya da içki yasağına indirgenemeyeceği gibi, laikliği savunmak da sadece bir hayat tarzını ya da içki içme özgürlüğünü savunmak değildir. 

Bugün Türkiye’de düzen, yoksulluğu yönetebilmek için cehalete, cehaleti yönetebilmek için dine ihtiyaç duymaktadır. Asgari ücretin 2800 TL olduğu bir ülkede sermaye sınıfının da iktidarın da dinden başka sığınacağı başka bir araç kalmamıştır. Dolayısıyla bugün laiklik savunusundan ayrı bir sınıf siyaseti düşünülemez ve aynı şekilde sınıf siyasetinden ayrı bir laiklik savunusu da artık mümkün değildir. 

Bu söylenenlere hayat tarzına yönelik müdahalelerin ya da içki yasağının alt sınıfların gündeminde olmadığı yönünde bir itiraz gelebilir ve evet alt sınıfların önemlice bir bölümünün gündemi bu değildir. Ancak, dinselleşme sömürünün üzerine örtülen örtü olduğu sürece, o örtünün kaldırılması da siyasal mücadelenin bir parçasıdır ve bu mücadele için de en etkili araç laikliktir. Ancak ve ancak laiklik din istismarını ve dinin sömürünün üzerine örtülmesini engelleyebilir çünkü ve tam da bu nedenle laiklik mücadelesi emekçilerin mücadelesinin asli bir parçası olmalıdır. 

Öte yandan “orta sınıf” olarak adlandırılan, ancak giderek proleterleşen, asgari ücret civarında bir gelir düzeyiyle yaşamaya mahkûm edilen kesimler için de laiklik artık sadece yaşam tarzı savunusuna indirgenemez. “Beyaz yakalılar” bir yandan kaderlerinin “mavi yakalılar”la ortak olduğunu görmeli, öte yandan dinselleşme ile sömürü arasındaki doğrusal bağlantının farkına varmalıdırlar. Türkiye’nin bir geleceği olacaksa eğer, bu ancak böylesi bir kader ortaklığıyla, böylesi bir farkındalıkla söz konusu olabilecektir. 

İçki içmek kimseyi kendiliğinden modern, ilerici, solcu yapmaz, içki içmek de kendi başına savunulacak bir şey değildir; ancak içki içme özgürlüğünün savunulması ve İslamcılığın içki sembolü üzerinden kurmak istediği hegemonyaya itiraz edilmesi mutlak bir zorunluluktur. Bu da ancak siyasetin ve kamusal alanın dinselleşmesine topyekûn bir itirazla söz konusu olabilir. Bu topyekûn itiraz ise sömürü düzenini ifşa edip, onunla hesaplaşma eksenine yerleştirilmedikçe herhangi bir anlam taşımayacaktır. 

İhtiyacımız olan şey, sınıf eksenli bir siyaset ve bu siyasetin içine laiklik mücadelesinin yerleştirilmesidir. Çünkü esas kavga, “millet”le “onun değerlerine yabancı olanlar” arasında değil, çalışıp üreten ama emeğinin ürününe el konulanlarla, o ürüne el koyanlar, yani emekle sermaye arasındadır. Anlaşılması ve anlatılması gereken şey, tam olarak budur.