Kendi güvencesini koruyamayan hakkını arayamayan ya da savunamayan, sömürünün baskısı altında yaşamak ve çalışmak zorunda bırakılan hukukçu dünyasından hak ihlallerini ve adaletsizlikleri çözmesi nasıl beklenecek?

Hukukçuların başına gelenler

Haber dünyasının günlük, hatta anlık hızı içinde olaylarla, gözaltı ya da tutukluluklarla, davalarla, mahkeme koridorlarıyla, adil yargılama hakkı ihlalleriyle, kararlarıyla, çelişkileriyle adliye muhabirliği diyebileceğimiz türden haberler az değil, hatta “az değil”in ötesinde. Bu hızlı akışta birbirini tekrarlayan çoğu haber başlığına göz atılıp geçilebiliyor.

Aynı tablonun başka bir sütununda da hukukçular var.

1970’lerin son çeyreğini anımsarsak, “anarşik” dedirttikleri o ortamda günlük katliam olayları o kadar çok artmıştı ki manşetten düşülerek verilmesi yadırganmıyordu bile.

Gün geçtikçe büyüyen endişe ve korku, Savcı Doğan Öz 24 Mart 1978’de katledildiğinde, “savcı bile katlediliyor” paniğiyle katlanıverdi. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası ve devamı ise biliniyor; yargıçları hizaya getirmek için atılan bombalardan mahkemelere ve yüksek yargı binalarına saldırılar; yaralamalar, yaşamları sona erdirmeler… Ve hukukçuları tahakküm altında tutacak daha birçok şey…

1982 Anayasasıyla “bağımsız”, “güvenceli” gibi” gösterilip siyasi iktidara bağımlı kılınan yargının sınavının ve geleceğinin ipuçları yalnızca kıyımlarla, baskıyla, şiddetle, yaralanmalar ya da yaşamın sona ermesiyle sınırlı değil elbette.

Siyasi iktidarın dışında gibi gösterilen ama ona göbekten bağlı, doğal başkanı adalet bakanı, doğal bir üyesi adalet bakanlığı müsteşarı olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da vardı, bakanlık teftişi de vardı. Hukuk fakültelerinden sınavlara ve eğitimlere, kadrolaşmada ve kararlarda siyaset ve çıkar ilişkilerinden kıyımlara ve sürgünlere, soruşturma ve cezalandırmalara kadar görünürde kısmen korunan kıdem, liyakat, kariyer ve eserlerle seçkinleşme ölçütlerinin arkasında sömürü dünyasının tüm çarkları çalıştı; çalışmaya da devam ediyor.

2010 Anayasa değişikliği yargıda vesayeti yok etme görüntüsü üzerine kurulurken anayasal tarihe de “yetmez ama evet”ciliği ekledi. Yetmez ama diyenler, önce yedekleriyle birlikte 16-0 sonuçlanan bir HSYK seçimini, AKP hezimetini gördüler; bir de baktılar ki devletin “parti-devlet” olması gibi, HSYK (şimdi HSK) “parti HSYK”si, yargı da “parti yargısı” oluvermiş.

Buradan çıkan sonuç ne? Düzenin içinde iktidar güdümüne girmeyen, adaleti sömürücü sınıf ve çıkarı için uygulamayan hukukçuya yüklenmek için gerekçe bulmak hiç de zor değil.

“Cemaat operasyonları”, “cemaate operasyonlar” diye sorulursa, aynı güçler tarafından yönetilen maçın devreleri çıkar ortaya. Bu devrelerin hepsinde meslek ahlakı ve disiplinini korumayı becerenlerin, düzenin gemisine binmemeye çalışanların üzerine basan bir yapı çıkar.

Bu basma, bireysel ya da olaya özgü gibi gösterilse de aslında bütünseldir.

Hukukçuların başına gelenler sacayaklarından ikisiyle, yargıç ve savcıyla sınırlı değil, öyle de olmaz zaten. Savunmanların, içinde bulunduğu düzenden kopmayanları hariç, başına gelenler de bireysel ya da örgütsel olarak aynı bütünsellikle okunmalıdır. Kimi avukatlarla uğraşırken, kimi avukatları özgürlüklerinden ayrı bırakırken yapılanlarla meslek örgütleri barolara el atmaya kalkışılması arasında ayrım yok.

Sacayağı dışında, hukuk öğrencisinden stajyerine, hukuk müşavirinden arabulucusuna, hukukçu kamu görevlisinden adliye çalışanına kadar tüm hukuk emekçileri aynı düzenin etkilenenleridir.

Bu nedenle hukukçuların başına gelen karmaşık olayları, o olayın ya da hukukçunun tekilliğinden kurtarmak gerekir.

Başta yaşam hakkı olmak üzere hak ve özgürlükleri, eşitliği ve adaleti, insanlığı ve doğayı savunması gerekirken kendi hakkı, özgürlüğü, eşitliği ve adaleti üzerine söz sahibi yapılamayan, bireyselliğe ve baskıya mahkum edilerek örgütlenemeyen, örgütlenmesi engellenen, örgütü kapatılan, örgütüne el atılmaya kalkışılan ya da örgütlü olduğu için üzerine yüklenilen bir hukukçular dünyası var.

Kendi güvencesini koruyamayan, hakkını arayamayan ya da savunamayan, sömürünün baskısı altında yaşamak ve çalışmak zorunda bırakılan hukukçu dünyasından hak ihlallerini ve adaletsizlikleri çözmesi nasıl beklenecek?

Büyük umutlarla pohpohlanarak getirilen Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kurumu bu konusunda epey ipucu veriyor.

2012 Eylülünden 2020 Martına geçen yedi buçuk yılda 266.466 başvuru var. Ayda 2961’e yakın ortalamaya ulaşan başvuru sayısı azımsanamaz. Bunların yüzde 82,9’u karşılanmış, yüzde 13,1’i bekliyor. Küçük ayrıntılar bir yana, ilginç olan, karara bağlanan 220.985 adet başvuruda kabul edilmezlik oranının yüzde 90 olması. Bu yüksek oranın varlığına hukuk dilinde usul dense de özü nazikçe “kestirmeden hak ihlalini incelememe”… İncelemeye alınanlar içinde yüzde 4’ü kısmi ya da bütünüyle ihlal çıkmış. Adil yargılanma hakkı ihlalleri ise yarıdan fazla.

Bu istatistik Anayasa Mahkemesine başvurmayan ya da başvuramayanları kapsamıyor tabii…

Sonuçlardan biri şu ki, hukuksuzlukla karşı karşıya kalan ya da hak ihlallerine uğrayanlar hakkını ararken yargı sürecinde yeniden hak ihlalleri üretiliyor. Hukukçular hem bu üretime katkıda bulunarak hem de kendilerinin uğradığı hak ihlalleriyle devrede.

Hukukun ve hukukçuların etkisi genel oy hakkının çalınmasında ve adaletsiz seçim düzeninde de çalışıyor ne yazık ki…

Hukukçu hukuka bağlı, bu ilk bakışta yadsınacak bir durum değil. Yadsınacak olan “hukuk”un ve de “üstünlüğü”nün putlaştırılması.

Hukuk ve hukukçuları kendi iç durumlarındaki “gel-git”lerle ya da üzerlerindeki baskı ve müdahalelerle analiz etmek eksik kalır.

Hukukçu, hukukun ekonomi politiğiyle, sınıfsallıkla okunmalıdır.

Analiz hukukun ve hukukçuların içinden çıktıkları toplumsal ilişkilerle, üretim ilişkileriyle, kapitalist düzenle bütünsel olarak okumayla yapılabilir ancak. Mücadele de, örgütlü haliyle buradan doğar.