Çıkarını bilen kapitalistler ve adamları açısından bitse de kurtulsak yakınması yersizdir; onlara uygun düşen, hiç bitmese de böyle sündürüp götürebilsek beklentisi olabilir.

Hiç bitmese! 

Rahat okunur, bu anlamda keyifli bir yazı tasarlamıştım aslında. İki şairden ve onların aldıkları iki biçimsel olmayan ödülden söz edecektim. Olmadı.

Olmadı; çünkü, eskilerin biraz ikiyüzlülük kokan deyimiyle, “haddim olmayarak” birkaç kez yazdığım şu salgın konusunda ortaya çıkan gelişmeler beni caydırdı. O yazıyı ertelemek durumunda kaldım.

Gelişmeler dediğim, salgının ulaşmış göründüğü evre değil. Oradan kaynaklanıyor, ama o evrenin kendisi değil. Alanın uzmanları işin o yanını yazıp duruyorlar burada.

Onlardan birinin, aylardır tıkır tıkır işleyen bir yazma ve aydınlatma makinesi gibi çalışıp duran İlker Belek’in ilk kez burada, 15 Mayıs tarihli yazısında kullandığı “sünme” sözcüğünden yola çıkarak bir vurgulama yapacağım. Niyetim bundan ibaret. Ama söz onun yazdıklarından açılmışken, bu salgın sırasında iktidardakilerin yapıp ettiklerini gerektikçe hatırlamak isteyenler için 7 Mayıs tarihli yazısını özellikle belirtmekte yarar var. O yazıda iktidar sahiplerinin hataları, yanlışları, beceriksizlikleri 7 başlık altında toplanmış 35 maddede sergileniyordu. İleride dönüp dönüp bakılacaktır.

İlker’in ilkin 15 Mayısta bir salgın bilimi kavramı olmadığını belirterek sözünü ettiği, daha sonra 24 Haziran tarihli yazısında yeniden döndüğü “sünme” sözcüğünün özellikle bizim ülkemizdeki salgın sürecini ve bugün geldiği evreyi anlamak bakımından değerli olduğunu sanıyorum. Özellikle bizim ülkemizdeki demekle de küresel salgın süreci açısından da bu değerin varlığını ima etmiş oluyorum. Ancak, dil açısından belki biraz zorlayarak, sözcüğü “sündürme” olarak kullanmak, bu değeri artıracaktır. Nedeni şu: Kendiliğinden değil, dışsal etkenlerle ortaya çıkan bir sünme söz konusudur. Salgın kendi nitelikleri gereği gevşeyip uzamamakta, kendi dışındaki olguların etkisiyle belli bir düzeyin altına inmeden uzayıp gitmektedir. Burada dışsal olguların ne kadar iradi ya da planlı olarak böyle davrandıkları önemli değildir. Hatta, bu davranışa bir iradilik yahut öznel niyet yakıştırmak, biraz fazla komplocu, dolayısıyla gerçekliğe uygun olmayan bir düşünce biçimi olarak kabul edilebilir. Ama, asıl önemlisi, nesnel olarak bir sündürücü etkinin varlığıdır.

Biraz daha açalım. Burada 3 Temmuz günü yer almış “Sağlık için asayiş” başlıklı yazım şöyle başlıyordu:

“Kapitalizm krizlerle hayat bulur; krizlerle var olur, onlarsız olamaz da diyebiliriz. Öyleyse, ‘krizi fırsata çevirmek’ kapitalistler için vazgeçilmezdir. Bunu beceremeyen kapitalist, iflasa kadar giden felaketleri hak etmiş demektir. Dilimizde çok kullanılan bir sözü biraz değiştirerek şöyle anlatabiliriz: ‘Ölen ölür, kalan sağlar daha da büyür.’ 

“Buradan kaynaklanıyor olmalı, kapitalist ülkelerin yöneticileri de bunu bir yol gösterici ilke olarak görür, zaman zaman da açıkça dile getirirler. Krizin hangi konuda olduğu fark etmez, önemli değildir. Nitekim, bizdekilerin de şu küresel salgın denilen kriz dolayısıyla bu ilkeyi dillendirdiklerine, ‘bu krizi fırsata çevirmeliyiz’ dediklerine tanık olduk.”

Aynı yazıda, bütün toplu itirazların, karşı çıkışların, direniş ve eylemlerin, üstelik öyle ceza kanunu falan işe karıştırılmadan, toplumun sağlığı gibi pek saygıdeğer bir gerekçeyle önceden yasaklanmasının, bu yasaklara dayanılarak sertlikle bastırılmasının git gide genel bir uygulamaya dönüştüğüne de değinilmişti.

Bütün bunlarla birlikte, paldır küldür bir “normalleşme”ye, aynı anlama gelmek üzere, bildik sömürü düzeninin her zamanki işleyişine dönülebildi. Ayrıca, Çanakkale ve Manisa gibi örneklerine bakılırsa, aynı kutsal sağlık gerekçesiyle, sureti haktan görünerek, emekçileri hiç evlerine göndermeden işyerinde tutup çalıştırma benzeri uygulamalar da birer ikişer keşfedilip hayata geçiriliyordu. Yeni buluşların ortaya çıkmasının da yolu açıktı.

Eh, bundan iyisi can sağlığı! 

Bu arada, bazı sektörler zor duruma düşecekmiş. Örneğin, turizmden gelen dövizler ve kârlar azalacak, hatta çok azalacakmış. İleri düzeyde ticarileştirilmiş eğitim sektöründe bir yığın sıkıntı ortaya çıkacakmış. Bütün okulların açılmasıyla da açılmamasıyla da milyonlarca öğrenci, veli, eğitimci  karabasanlar içinde kalacakmış. Profesyonel spor ve onlara bağlı kumar sektörleri darboğaza girecek, belki bir ölçüde ve bir biçimde kapısına kilit vuracakmış. Olacak o kadar!

Bunlar ve benzerleri, işin tuzu biberi. Pek o kadar da değil elbet. Tuzun biberin ötesinde bir maliyet olacak mutlaka. Olacak da katlanmaktan başka çareleri yok. Aslında bağıra bağıra, o kadar olmasa bile belli bir gürültüyle gelen bir musibetten zararları minimize ederek, mümkün olduğunca kârları da koruyup kollayarak sıyrılmanın güçlüklerini yaşayacaklar. 

Buna karşılık, çok büyük kitleler için “şu canına yandığım hayatın” ne tadı kaldı?

Bir bölümü en basit, en ilkel ihtiyaçlar uğruna, koşullar ne olursa olsun, çalışmak zorunda. Üstelik, gün geçtikçe, bir iş bulup çalışabilenler Tanrı’nın bir avuç bahtiyar kulu katına yükselmiş sayılıyorlar. 

İkinci bir bölüm var, biraz gözlemle, biraz kulak kabartmayla kolayca ayırt edilebiliyor: Uzman bellediklerinin ipe sapa gelmez öğütleri dahil her dediklerine uymaya çabalıyor, o arada, kantarın topunu kaçırıp, domatesleri, elmaları tek tek sabunlayıp yıkıyor; kâğıt paraların üstüne kolonya püskürtüp metal paraları deterjanlı sularda bekletiyorlar. 

Üçüncü bir kesim, salgın malgın gibi kâfir uydurmalarına kulak asmayıp derdi veren yüce yaratıcının elbet devasını da vereceğine inanarak cumalara, cenazelere, taziyelere, düğünlere, asker uğurlamalarına aralıksız devam ediyor.

Daha fazla saymayalım. Ama bu üç kümedeki özellikleri değişen oranlarda bir araya getiren kesimlerin de var olduğu her günkü gözlemlerle saptanabiliyor.

Egemenler için bu durumlardaki kalabalıklarla mı başa çıkmak kolaydır, bu tür çaresizlikleri ellerinin tersiyle itip bir araya gelmeye, hep birlikte akıl erdirip hep birlikte mücadele etmeye yatkın insan topluluklarıyla mı? Bu sorunun yanıtı apaçıktır.
O halde, çıkarını bilen kapitalistler ve adamları açısından bitse de kurtulsak yakınması yersizdir; onlara uygun düşen, hiç bitmese de böyle sündürüp götürebilsek beklentisi olabilir. Yukarıdaki sorunun ikinci bölümündekilerin ise hayatın bir de salgın marifetiyle tutsak alınmasına boyun eğmemeleri gerekiyor.