Devrimden, sosyalizmden söz ediyoruz; en çok, en nitelikli emeği vermek, en güzel sanat eserini yaratmak falan diyoruz. Bütün bunlarla bir zamanların 'beşten şaşma, altıyı aşma' tekerlemesindeki tembel öğrenci vasatlığı nasıl yan yana gelebilir?

Her işin en iyisi

Çok eski bir dostum, ne zaman babasından söz açsa onun bir sözünü yinelerdi: “Oğlum,” dermiş babası “memlekete kasap da lazım, ama sen olma!” Ağaymış adam, elbet öyle diyecek. Koskoca ağanın oğlu kasap mı olurmuş!

Bir yanı bu. Ancak, en azından ikinci bir yanı daha var. Gerekli olan kasaplığı kendi oğluna yakıştıramıyor. Başka bir anlatımla, ülkeye ya da topluma gerekli işler arasında bir ast-üst, alçak-yüksek, sıradan-sıra dışı ayrımı yapmış, bir tür hiyerarşi yaratmış oluyor. 

Büsbütün yanlış sayılmaz. Ama yanlışlık bir yana, haksızlığından söz edilebilir. Şu anlamda haksızlık: Madem ülkeye ve topluma gerekli işlerden söz ediliyor, mutlaka yapılacak demektir. Öyleyse, o sıradan, bayağı, sevimsiz, eski deyişle süfli işleri yapmakla görevli olanlar, o tür işleri gönül rızasıyla ya da ister istemez yürütenler, böyle bir hiyerarşi yaratılırsa, haksızlığa uğramış olmayacaklar mı? Tersinden denebilecek bir bakışla da sorulabilir:  Bu tür bir haksızlık önlenemiyorsa, gerçek hayatta böyle bir sıralama varsa, aşağı görülen işleri yapacak kimse bulmak güç olmaz mı? Haydi bulundu diyelim, onları yapacak olanlar sürekli bir doyumsuzluk, oradan kaynaklı bir hoşnutsuzluk içinde, kendilerine verilen işleri parmaklarının ucuyla tutmazlar mı? Biraz uzatmak pahasına, şu kadarını söylemem mümkün: Kuracağımız “en güzel dünya”da toplumsal örgütlenmenin ve teknolojinin gelişme düzeyine bağlı olarak, bazı işlerin gerekliliği ortadan kalkacak, bazıları küçük bir çocuğun yapabileceği kadar kolaylaşacaktır.

Bununla birlikte, asıl sözü getireceğim yer, toplumun kendisi değil, toplumsal mücadelenin araçları olarak kurulmuş örgütler. Oralarda da yapılması zorunlu birçok iş var. O işlerle ilgili olarak da bir bölümü gerekli, bir bölümü gereksiz ve zararlı yaklaşımlarla yaratılan, az önceki anlamda hiyerarşiler söz konusu.

Kendimle ilgili olduğu için yazmakta tereddüt ettiğim bir anıyla sürdüreceğim. Çekinmemin nedeni, ikide bir kendi yaşantılarının değerini abartarak ahkâm kesen bir öğütçübaşı konumuna düşmek. Umarım, öyle olmuyorumdur.

Üzerinden elli yıl geçmiş; tam değilse de birkaç ay sonra eksiği kalmayacak. Partimizin çok önemli bir toplantısı var. Önemi o günlerde de belli, ama sonraki zamanlarda “tarihsel” sözüyle anlatılmaya uygun bir düzeye çıkacak. Üniversite öğrenciliğinin sonlarına yaklaşmış bir iki kişiyiz, salonun düzen ve temizliğinden sorumlu ekipte görevliyiz. Ekip başımız da aynı okuldan bir arkadaşımız. Akşam üzeri bir yandan ortalığı süpürüyor bir yandan ıslıkla, mırıldanmayla türkü çığırıyoruz. Uzaktan bizi izleyen ekip başımız bir ara yanımıza yaklaşıyor, “Yahu” diyor, “Bu kadar mı keyifli yaptığınız iş?”

Soru aşağı yukarı böyleydi ama, ne yanıt verdiğimiz belleğimde kalmamış. Şimdi düşünüyorum da, demek, gerekli bir iş yaptığımızın farkında olmalıyız ki, keyfimiz yerindeymiş.

Buraya kadarı fena sayılmaz, yapılan işi hiyerarşinin alt basamaklarına atıp küçük görerek yüksünme, surat etme türü tavırlar yok. Hatta, dışarıdan biraz abartılı görünebilecek düzeyde bir işi benimseme havası bile var. Ama bir de işin gereklerinin yerine getirilip getirilmediğine bakmak gerekir. Orada da bir eksiklik olmadığını hatırlıyorum. Zaten, söz aramızda, eksiklerle, yanlışlarla dolu bir olay olsaydı anlatmazdım herhalde. Anlatsam bile, kendi başımdan geçmiş gibi anlatacağıma, işitmiştim, okumuştum diye mi öyküleştirirdim acaba, kim bilir!

Diyeceğim, kolektif emeği gerektiren her etkinlikte, amaca ulaşmak için yapılacak bir yığın iş bulunur. Bunların her biri, amaca ulaşmak bakımından, birbirine eşit değer taşımaz kuşkusuz. Bazılarının kötü yapılması ya da hiç yapılmaması, başka bazılarına göre, amacın gerçekleştirilmesini daha çok etkiler. Öte yandan, biraz da buna bağlı olarak, çeşitli işlerin yapılması, yapanlara tıpatıp aynı doyumu, hoşnutluğu, emek verme sevincini sağlamaz.

Önceki cümlenin sonunda kullandığım deyişi altını çizerek vurgulamam iyi olurdu belki. Onun yerine, ek birkaç cümle ile belirginleştirmek istiyorum: Emek vermek sevinçtir; hem sevinç kaynağıdır hem de sevincin kendisidir. Hele yukarıda sözü geçen “kolektif emeği gerektiren her etkinlik”, yeni ulaştığım ve henüz pek fazla kullanmadığım adlandırmayla “emekçi insanlığın büyük buluşu” ile bağlantılı ise, emek vermekten daha büyük bir sevinç olamaz, demem gerekiyor.

O büyük buluş, iki yüz yıla varan bir geçmişi olmakla birlikte geçen yüzyılın ilk çeyreğinde kullanılabilir duruma getirilen, devrimi yapacak sınıfın öncü siyasal partisine ilişkin düşünce ve eylemdir. Her zaman geliştirilmeye, ama bunlarla da bağlantılı olarak yeni zaferlere muhtaç olan bu düşünce ve eylem, emekçi insanlığın kurtuluşunun olmazsa olmaz öğesi  durumundadır.

Bunlar olumsuz değil olumlu anlamıyla hamaset yapmak için, epik sözlerle bir coşkunluk yaratmak amacıyla yazılıyor sanılmasın. Böyle bir izlenim doğuyorsa, sözünü ettiğim kavramların önemini vurgulama çabasının istenmeyen ürünü olabilir.

Emekçi insanlığın, dolayısıyla bütün insanlığın gerçek kurtuluşunun o en güzel dünyayı kurmaktan geçtiğini bilen ve bunun ancak emekçilerin siyasal iktidarı ellerine almaları ile başlayıp sürecek bir devrimle gerçekleşebileceğine inananlar açısından, sık sık, devrim büyülü bir olgu, gelişme, toplumsal olay, her ne denirse, açıklanması kolay olmayan olağanüstülükler barındıran bir “şey” olarak anlaşılır ve anlatılır. Yanlış değil, anlamsız ya da saçma hiç değil. Hayatı bazen çok saygıdeğer, bazen çok yanlış inatlaşmalarla dolu bir devrimciye ait olduğu aklımda kalmış bir söz var: “En güzel sanat eseri sosyalist toplumdur.” Bu söze öykünerek, devrim en güzel sanat eserini yaratmak için zorunlu olan işlerin ilki ve en çok emek isteyenidir, diyebiliriz.

Bu zorlu ve çok yönlü, dolayısıyla çok emek isteyen iş, farklı nitelik ve nicelikte emek süreleri gerektiren pek çok işten oluşur, onların belli bir eşgüdümle yerine getirilmesini zorunlu kılar. Büyük işi başarmak için gerekli çok sayıda ve farklı niteliklerdeki işlerin hem eksiksiz olarak hem en az gecikmeyle yapılabilmesi, belirleyici bir önem taşır. En basit ve kolay görüneninden en karmaşık ve zor olanına kadar bütün bu işler yürütülürken, her bir parçanın en iyi biçimde gerçekleşmesini amaçlamak zorunludur. Burada “en iyi”nin tanımında, süre ve elde edilecek ürünün niteliği önceliklidir.

Bu yazılanlarda bir “mükemmeliyetçilik” eğilimi bulunabilir mi? Aranırsa bulunabilir ya da, düpedüz söyleyelim, vardır. Ama varsa ne olmuş, denilmelidir. Mükemmeliyetçiliğe karşı “en iyi iyinin düşmanıdır” türünden sözler, ağırlıklı olarak bireysel emeği gerektiren işler için geçerli olabilir belki. Kolektif emekle gerçekleştirilebilecek işler içinse bu tür öğütlere kulak vermek, daha baştan kaybetmek anlamını taşır.

Devrimden, sosyalizmden söz ediyoruz; en çok, en nitelikli emeği vermek, en güzel sanat eserini yaratmak falan diyoruz. Bütün bunlarla bir zamanların “beşten şaşma, altıyı aşma” tekerlemesindeki tembel öğrenci vasatlığı nasıl yan yana gelebilir?