Nazım’ın hücresinde kendisini “ziyarete gelen” ölü dostlarıyla ölüm üzerine “sohbet ettiği”, adı da “Ölüme Dair” olan bir şiiri vardır.  

Hayat adil değilse, ölüm de değildir

Nazım’ın hücresinde kendisini “ziyarete gelen” ölü dostlarıyla ölüm üzerine “sohbet ettiği”, adı da “Ölüme Dair” olan bir şiiri vardır.  

Gelen ölülerden birinin adı “Osman oğlu Hâşim”dir ve “İstanbul limanında/kömür yüklerken bir İngiliz şilebine” ölmüştür Hâşim. Nazım, “Ölüm âdildir” çünkü “aynı haşmetle vurur şahı fakiri” diyen bir Acem şairinden söz eder Osman Haşim’e ve ironik bir şekilde sorar: Hâşim,/neden şaşıyorsunuz?/Hiç duymadınız mıydı kardeşim,/herhangi bir şahın bir gemi ambarında/bir kömür küfesiyle öldüğünü?...

Duyamazsınız, çünkü hiçbir şah, hiçbir kral, hiçbir patron, bir gemi ambarında kömür küfesi taşırken ölmez ve tam da bu nedenle ölüm adil değildir; çünkü aynı şiirde söylendiği üzere “ölümün adil olması için hayatın adil olması” gerekmektedir.

'Sürüye sayılanlar' ve 'kalan sağlar'

5 Haziran günü, yani “normalleşme”ye geçilmesinden dört gün sonra, Erdoğan sosyal medya hesabından bir açıklama yaptı ve bir gece önce ilan edilen 6-7 Haziran tarihli sokağa çıkma yasağının iptal edildiğini duyurdu. Buna göre vaka sayılarındaki artış sokağa çıkma yasağı kararı almalarını gerektirmişti ama kararın “farklı sosyal ve ekonomik sonuçlara yol açacağı” anlaşılmış, “2,5 aylık bir aradan sonra yeniden günlük hayatını düzenlemeye başlayan vatandaşlarımızın sıkıntıya düşmesine gönlümüz” razı olmamıştı.

Bu son derece kritik bir açıklamaydı; çünkü yapılan fayda-maliyet hesabında “sosyal ve ekonomik sonuçlar”ın insan hayatı karşısında ağır bastığını ve sürecin buna göre dizayn edileceğini bir kez daha gösteriyordu. Böylece, zaten en başından beri çarkların dönmesi adına tam bir kapatmaya hiç gidilmemişken, “normalleşme” ile kast edilenin “sürüye sayılanların” bir şekilde bağışıklık edinmeleri olduğu ve “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” denildiği, en yetkili ağızdan çok net bir şekilde duyuruluyordu. 

Ve sahiden de öyle oldu; sırf turizm sektörünü canlandırmak için tatil kredilerinin verildiği, sınavların öne alındığı, toplu taşımaya, mesai saatlerine, çalışma şartlarına, yeme-içmeye dair doğru dürüst bir düzenleme ve denetimin yapılmadığı, Ayasofya’ya binlerin toplandığı, bilim insanlarının ve doktorların uyarılarının kulak arkası edildiği, yani tam da iktidarın sınıfsal ve ideolojik karakterinin damgasını vurduğu bir şekilde, zincirlerinden boşalmış bir “normalleşme”ye gidildi. 

Sonuç mu? Hepimiz yaşayarak görüyoruz.  

Fabrikalarda, atölyelerde, ofislerde, toplu taşım araçlarında, yoksul mahallerinde “yeryüzünün lanetleri”nin kaçınılmaz olarak hastalığı birbirine bulaştırması, resmi rakamların bile artık gizleyemediği bir vaka ve hatta ölü sayısı patlaması, çökmeye yakın bir sağlık sistemi, hastalığa yakalanan, moralsiz, meslektaşlarını her gün toprağa veren ve her an kendi başlarına da aynı şeyin gelebileceğini düşünen sağlık çalışanları… 

Vebadan koronaya

Tarihçi Fernand Braudel, görkemli çalışması Maddi Uygarlık’ın “Gündelik Hayatın Yapıları” adlı birinci cildinde, vebanın 16. ve 17. Yüzyıl Avrupa’sındaki etkileri üzerine dönemin kaynaklarından çok sayıda aktarım yapar. Braudel’in aktardığına göre, hastalığın ortaya çıkışından itibaren “zenginler eğer becerebilirlerse, hızlı bir kaçışla kır evlerine” çekilmişler, fakirler ise “mikroba bulanmış ve devletin kendilerini beslediği kente saplanmış olarak, tek başına” kalmışlardır. 

1523 yılında veba Paris’i vurduğunda, Versoris adlı bir yazar “hastalık esas olarak fakirlere yönelmiştir, öylesine ki, eskiden Paris’te servet edinen yankesicilerin sayısı çok azalmıştır… Petit Champs mahallesine bakılınca, eskiden burada çok kalabalık olan fakirlerin memleketten temizlendikleri görülmektedir” diye yazmaktadır. Aynı şekilde, “Toulouselu bir burjuva” ise “adı geçen sâri hastalık yalnızca fakirler arasında görüldü… Tanrı merhameti nedeniyle bu kadarıyla yetinecektir… Zenginler hastalıktan kurtulacaklardır” demektedir.  

Braudel, zenginlerin salgın sonrası evlerine dönmeden önce “deneyici” adı verilen fakir kadınları birkaç haftalığına o eve göndererek tehlikenin geçip geçmediğini kontrol ettiklerini söylemekte ve çağdaşı bir filozoftan, Sartre’dan şu cümleleri alıntılamaktadır: “Veba yalnızca sınıf ilişkilerinin abartılı hali olarak iş görmektedir. Sefalete vurmakta, zenginleri dışarıda tutmaktadır.”

Hatırlayacaksınız, salgının ilk zamanlarında çok sayıda ünlü ya da zengin ismin ardı ardına hastalığa yakalandığı haberleri geliyor, medya ve kanaat önderleri de bunu “hastalığın zengin-fakir ayrımı yapmadığı”na, hastalık karşısında hepimizin aynı gemide olduğuna, bu işin üstesinden hep beraber geleceğimize falan bağlıyorlardı. 

Neyse ki bu illüzyon kısa sürdü ve zenginlerin testlere parasını verip herkesten önce ulaşabildikleri için hasta olup olmadıklarını öğrenebildikleri anlaşıldı, zaten çok geçmeden de karantinanın sınıfsallığı görüldü. Zenginler malikânelerine, villalarına, evlerine kapandılar, kendilerini izole ettiler, yemelerine içmelerine dikkat ettiler, düzenli olarak test yaptırdılar ve böylece yırttılar. 

Peki ya çalışanlar, işçi sınıfı? 

Korona bu süreçte küresel ölçekte bir işçi sınıfı hastalığına dönüştü. Evde kalamayanlar, çalışmak zorunda olanlar, toplu taşım araçlarına binenler, iş yerinde, ofiste, fabrikada, temizlik ve mesafe kurallarına uyulmayan ortamlarda çalıştılar ve dünyanın bütün ülkelerinde, özellikle de sağlık sisteminin özelleştirilip piyasalaştırıldığı ülkelerde adeta bir kırıma uğradılar.  

Yani tam da Braudel’in 500 sene öncesi için anlattığı durum, günümüzün gelişmiş, medenileşmiş, uygarlaşmış dünyasında neredeyse bire bir tekrarlandı. 

Sınıfsal şiddet

Öte yandan salgın beraberinde sadece hastalık ve ölüm getirmedi, sermayenin çalışan sınıflara yönelik şiddetini de artırdı. İşsizliğin artışına, hayat pahalılığının artışı, ücretlerin aşağıya çekilmesi ve dolayısıyla derinleşen yoksullaşma eşlik etti, eşitsizlikler daha da keskinleşti. 

Öte yandan bu sınıfsal saldırı sadece bugünü değil, yarını da vurdu, gelecek gasp edildi, bunun somutlaştığı alanlardan biri de eğitim oldu. 

Bir tarafta her köşede pıtrak gibi açılan özel eğitim kurumları, okullar, kolejler ve diğer tarafta devlet okulları. Bir tarafta “uzaktan eğitim” için her türlü maddi olanağa sahip olan, özel derslerle, telafi eğitimleriyle vs. desteklenen çocuklar, diğer tarafta evinde doğru düzgün interneti, bilgisayarı, tableti olmayan, televizyonda izleyeceği derslerden bir şeyler öğrenmeleri beklenen çocuklar. 

Özelleştirilmiş ve piyasalaştırılmış eğitim sisteminin, kendisi bizzat bir patron olan ve eğitim sistemindeki en büyük yük olarak öğretmenlerin maaşlarını gördüğünü söylemekten kaçınmayan bakanı ve hayata on sıfır geriden başlayan yoksul halk çocukları… 

Bir zamanlar iyi bir iş bulmanın ve sınıf atlamanın bir aracı iken şimdilerde derinleşip keskinleşen eşitsizliklerle birlikte fiili kast sistemini destekleyen, yoksul çocuklarına hayatın kapılarını daha baştan kapatan bir eğitim sistemi… 

Ve bugününü çaldığı çocuklara, gençlere, hayali bir geçmişle hayali bir gelecekten, ergen sağcı fantezilerinden, kostümlü müsamerelerden, Ayasofya’dan, “fetih”ten, “şehit” olmaktan başka bir şey sunamayan bir düzen… 

Hayat adil değilse?

“Ölümün adil olması için hayatın adil olması lazım” diyordu şair. Bugün hayat adil değil, bugün hayatımız hastane patronu bakanlarla okul patronu bakanların ve “serbest piyasa” adlı insanlık dışı mekanizmanın iki dudağının arasında. Her şeyin metalaştırıldığı bir çağda, sana paran kadar sağlık hizmeti alabileceğin, paran kadar sağlıklı konutlarda oturabileceğin, paran kadar eğitim alabileceğin söyleniyor ve tüm bunlar özgürlük denilerek, demokrasi denilerek makyajlanıyor.  

Oysa Nazım’ın bir başka şiirinde söylediği gibi  “Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan/yoğurursun bütün nimetlerin hamurunu./Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı/Karun etmek hürriyetiyle hürsün!”

Bu düzende halka düşen, sadece bizde değil tüm dünyada, tam olarak budur, “ el kapısında çalışıp, ananı ağlatanı Karun etmek özgürlüğü”dür yani ve tam olarak adil olmayan bir hayat ve adil olmayan bir ölüm demektir bu.  

Adil bir hayat ve adil bir ölüm için önce bu “özgürlük”ten kurtulmamız gerekmektedir demek ki, ancak bu sahte özgürlüğün yerine gerçek özgürlüğü koyabildiğimizde herkes için adil bir hayat ve adil bir ölüm mümkün olabilecektir çünkü.