Önce olanı ve gelmekte olanı fark edelim. Ardından izlemeyi, dinlemeyi bırakıp şarkı söyleyelim, yani adlı adınca harekete geçelim, sonra mı, üzerimize karınca kararınca ne düşüyorsa yapmaya koyulalım

Hayal Et

Duygularımla oynamayın rica ederim, diye başlamak istiyordum bu yazıya. Eski siyah beyaz filmlerin imgelerine çekilerek hayallerimi yıkmayın diye de devam edesim vardı. Öyle tasarlamıştım birkaç gün önceden. Yazılar kimi zaman bir imgenin, bir sözün, bir görüntünün eteğinde belirir, oradan el ele bir yolculuğa çıkarız ya, işte öyleydi aslında. Ama kaknem bir yolculuktu bu, tatsız tuzsuz, çirkin, içine kaçmış, sinir yumağı olmuş, bıdı bıdı saydıran. Ah, vaktinden önce ihtiyarlattınız bizi, rica ederim, diye de devam eden… Bedbaht, zalim, merhametsiz tüm kötülükleri içine almış kaynayan katran dolu bir derin çukurun fokurdayan göbeğine başımı, pek mühim bulduğum, müstesna başımı, görünmez ellerin hoyratça ittirdiği. Karalar bağlamış ruh hali içinde idim, yalanı yok. Bu 1 Mayıs günlerinde olmayacak şey umutsuz olmak ama zerresini bırakmayorlar reca ederim. Kırıntısını bırakmayasıya bir açgözlülük içinde, doymazlık nedir bu kadar anlamaya mecalim kalmıyor. Nedir bu oburluk, nedir bu kibir, nedir bu bozgunculuk. Bütün değerler, bütün erdemler ya buharlaşıyor ya da ucubeleşiyor. Duygularımla oynamayınız, kırılıyorum.

Ne diyordum, peşrevi uzun tuttum, sözün özü işte tam da bu karanlık halimdeyken. Sosyal medyanın artık ritüelleşmiş ve giderek tüm anlamları eritir bir hal alan önemli gün ve haftalar kutlamalarından bunalmış, bıkmış ve dahi yorulmuşken. “Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum.” derken, sabah sabah sessizliğin cıvıltılı dinginliğinde “Yeni Dünyanın Eşiğinde Sosyoloji”* konferansını dinlemeye başlamayayım mı? Dirildim, hafifledim, güçlendim.

Sonra yazıya başlığı yapıştırdım. Başlıklar kimi zaman kılavuz olur yazıya vee küçük kızım bitiverdi dibimde. Öyledir o, beni yoklayacak ille, geçerken de kedi yavrusu gibi sürtünmeden edemez. “Yazı mı yazıyorsun? Ne yazıyorsun? Hayal et mi yazdın ooo!” dedi. Destur demeden hayalini anlatmaya başladı.

“Ceviz ağacının taa tepesine çıkıp bulutlara uzanmak istiyorum. Orada kamp kurmak istiyorum. Sonra orada yüzmek için bikinilerimi giyiyorum. Sonra suya atlayıp bir yunusla yüzüyorum. Herkesin bir yunusunun olmasını istiyorum. Suya atladığımızda bir de ahtapot var ve kolları çok uzun bulutlara yetişebiliyor; bizi kucaklayarak evimize koyabiliyor. Evimiz bulutların üzerinde.”

Şimdi ve bu esinlerle, şu salgın günlerinde gorgoların elbirliği ile yok etmeye çalıştığı hayal etme özgürlüğümüzü, yeniden inşa etmenin vaktidir o zaman. Karamsarlık sarmalında kaybolmadan, derinleşen eşitsizliklere, biriken öfkemize, tüm yabancılaşma biçimlerine, tutulamayan yaslarımıza karşın Nâzım demiş:

Annelerin ninnilerinden

        Spikerin okuduğu habere kadar,

yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak, gideni ve gelmekte olanı.

Biz de demeyelim mi?

Her şey alınıp satılabiliyormuş, her şeyin bir fiyatı varmış, yalan dolan. Krizler fırsata çevrilmek üzere pusuda bekleniyormuş, acımasızlık ve dahi safi kötülük diz boyu imiş.Salgın günleri bir turnusol kağıdı olarak herkeslerin meşrebini ortaya açık ve seçik ortaya çıkmış. Aynılar aynı yerde, farklılar farklı yerde… Hani bir distopik film, korkunç bir yıkım, kırılan insanlar, karaborsaya düşmüş aşı pazarı. Bir yanda aşı zenginlerinin en zengin listelelerinin tepelerini zorlamaları bir yanda aşısı bulunmuş bir hastalığın kapitalizmin ilaç tekellerinin ve aciz devletlerinin tercihleriyle yüz binlerin ölmesi. Yanlış oldu öldürülmesi. Akıl dışılık, zalimlik sarmalında bir barbarlık ve çöküş dönemi yaşadığımız. İnanılmaz oluyor, fakında mısınız? Ve tam göbeğindeyiz, tek tek hepimiz. Başka hayatlarımız yok ve hayat ellerimizden kayıp gidiyor ve hapsedilmişlik, engellenmişlik, öfke sarmalı içinde günlere günler ekliyoruz. Zaman, mekân havada asılı kalıyor ve mümkün bir geleceğe ertelediğimiz onca plan için, gelecek var mı peki? sorusu her bir yapıp etmemizde kulağımıza hunharca fısıldıyor. Ama öte yandan bütün bu yaşadığımız karabasan örtüler altında kalmış çelişkileri, eşitsizlikleri, görünmezi görünür kılmada hızlandırıcı etki yapıyor. Yeniden mi diyelim, kapitalizm bir olgu olarak barbarlığı yaşatıyor, şu an şimdi. Başka tür bir barbarlığı beklemeye ne hacet?

Dedim ya, parmaklarımızın arasından akıp gidiyor bildiğimiz türlü yaşamaklarımız “katı olan her şey buharlaşıyor.” Kapitalizmin beliren şafağında yıkılmaya yüz tutan feodalizmin düşkünlüğünde anlatmış güzelim Can Yücel çevirisiyle Shakespeare 66. Sone’de. Demek ki her batış benzer çürümeyi üretiyor. Demek ki her batışın ardından başka türlü bir doğuş oluyor.

“Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm

Paklar beni,

Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya

değmez.

Değil mi ki çiğnenmiş inancın en

seçkini,

Değil mi ki yoksullar mutluluktan

habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan

nuru,

O kızoğlan kız erdem dağlara

kaldırılmış,

Ezilmiş, hor görülmüş el emeği,

göz nuru,

Ödlekler geçmiş başa, derken

mertlik bozulmuş,

Değil mi ki korkudan dili bağlı

sanatın,

Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış

düzene.

Doğruya doğru derken eğriye

çıkmış adın,

Değil mi ki kötüler kadı olmuş

Yemen’e.

Vazgeçtim bu dünyadan,

dünyamdan geçtim ama,

Seni yalnız komak var, o koyuyor

adama.

Ne kadar da bugünü resmediyor bu 66. Sone. Duralım, nefes alalım o vakit. Önce olanı ve gelmekte olanı fark edelim. Ardından izlemeyi, dinlemeyi bırakıp şarkı söyleyelim, yani adlı adınca harekete geçelim, sonra mı, üzerimize karınca kararınca ne düşüyorsa yapmaya koyulalım. Ancak oluşan “geçici körlük” ü böyle aşarız ve hayal kurmaklarımıza yeniden yeniden başlarız.