Ucube olan hangisi? Kapitalizmin kendisi mi, yoksa onun sınırları tanımlanmış bir coğrafyada ve belli bir zaman aralığında ortaya çıkmış, ama yalnız kendine özgü olmayan siyasal ürünü mü?

Hangi ucube?

Düzen muhalefetinin ya da düzen içi muhalefetin, özellikle de cumhuriyet kurucusu geçinenlerin eleştirilerinde sık sık kullandıkları bir sözcük bu. Çok ağır bir eleştiri yaptıklarını düşünüyor olmalılar.

Hafif sayılmaz. Çok çirkin, acayiplik derecesinde, şaşılacak kadar çirkin demek istiyorlar. Sözcük böyle bir anlam taşıyor çünkü. Aynı muhalefet kampının fraksiyonları arasında bir farklılık var gerçi. Herhalde birbirinin ya da birinci sıradakinin kopyası olmamak için farklı sözcük ve deyimler de kullanıldığı oluyor. 

Ucube dedikleri, Nisan 2017’de olağanüstü hal koşullarında gerçekleştirilen tartışmalı bir halk oylaması sonunda ve bir anayasa için kabul edilemez küçüklükte bir farkla onaylanan değişiklikle getirilmiş “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”.  

Peki, kabul edilemez küçüklükte fark iddiası ya da saptaması neden ileri sürülüyor? Çok basit: Hemen hemen oy kullananların yarısına yakını karşı ise bir kurallar bütünü nasıl olur da toplumun tümü için bağlayıcı nitelikte bir temel belge olabilir? Yaklaşık her iki kişiden biri kabul etmiyorum demişse, o kişi neden öteki kişinin isteğine, tercihine, iradesine, her neyse, boyun eğsin? Öyle kolay kolay “bir yana bırakalım” denemeyecek pek çok başka etken bir yana bırakılsa bile, tek başına bu soru yeterlidir.

Üstelik o kıl payı fark da çok tartışmalı biçimde ortaya çıkmışken… Ülkemizde yaşayanların büyük çoğunluğu seyir sporlarına meraklı olduğu için alışılmıştır, o zaman da saptanıp söylendiği üzere, maç sonuna kadar geçerli olduğu en başta belirlenmiş bir kural daha maç devam ederken, takımlardan biri lehine ve o takımın isteği üzerine değiştirilmişti. Değiştiren de ülkedeki her türlü seçim ve oylamayı düzenlemeyi yönetip sonuçlandıran, kararlarını denetleme kanalı bulunmayan ve adının başında “yüksek” sıfatını taşıyan bir kurul idi. Sözün kısası, ülke yönetiminde en üstün yol gösterici olduğu iddia edilen anayasa, daha en baştan, birçok haklı ve hemen her bakımdan geçerli itiraz karşısında savunulamaz durumdaydı.

İşte bugün o anayasa ile getirilen siyasal rejim biçimi, bu terimin kendisini tartışmadan geçersek, bütün o aşamalarda hiçbir sonuç alıcı direniş göstermemiş düzen muhalefeti tarafından yerden yere vuruluyor. Tamam, iyidir, eleştirilsin varsın denemez; çünkü, o kadarla da kalmıyor ve bu eleştirmek için söz bulunamayan rejimden ve o sayede başımızda duran tek adamdan kurtulmadıkça, ülkenin, halkın, emekçilerin, yoksulların dertleri bitmez; bitmek ne demek, git gide artar da arşı alaya ulaşır, deyip duruyorlar.

Haksızlık etmemek için şunu da ekleyelim: Doğrusu, çıkış yolunu da göstermiyor değiller. Eskiye dönmek gerektiğini söylüyor, ancak parlamenter rejim ya da sistem dedikleri bu eskinin “güçlendirilmiş” versiyon olduğunu özenle vurguluyorlar.

İşte bu kadar açık, daha ne desinler! Bu eskinin bildiğimiz eskiden nasıl ve ne kadar farklı olacağını ise elbet yakın zamanda aralarında kararlaştırıp halkımıza açıklayacaklardır.

Böyle dalgamızı geçerek yazıp giderken, geçenlerde Aydemir Güler’in bir televizyon programında dile getirdiği saptama geldi aklıma. Bir kenara not etmediğim için belleğimde kaldığı kadarıyla aktarıyorum: Cumhuriyet devriminin getirdiklerini o kadar onarılmaz ölçüde yıktılar ki, artık onu düzelterek devam etmek mümkün değil; yepyeni bir kuruluş gerekli.

Bu saptamanın ikinci bölümünü epeydir yineliyoruz. Hatta, “Sosyalizm Cumhuriyet’e Çok Yakışacak” diye sloganlar bile türettik. Bu kez, ilk bölümü üzerinde biraz durmak istiyorum.

Saptamanın ilk bölümü, asıl amacı bu olmamakla birlikte, bana şunları hatırlattı: AkP’nin adına yazılan iktidar dönemi, gerçekten çok uzun sürmüştür; sadece zaman açısından değil, bu zaman dilimine sığdırılan türlü çeşitli iş ve işlemlerin çokluğu açısından da böyle olmuştur. 

Kısa yakın geçmiş özeti yapmaktan kaçınarak şu kadarını belirtebiliriz: Cumhuriyet tarihinin ikinci en uzun “tek parti” iktidarı olarak görünen bu 18 yıl, aslında, Asker Partisi (AsP) ile kurulanla başlamak üzere, tam bir koalisyonlar dönemidir. “İttifak” diyenler de var; ama, farklı sınıflar arasında olmadıkları için ben koalisyon sözcüğünü tercih ediyorum. AkP bu dönemin yöneten partisi olmuş ve egemen sınıf ittifakının farklı fraksiyonları ile oldukça sık kurup bozduğu koalisyonlar eliyle iktidarda kalmayı becerebilmiştir. Bugün kurucu kadrolarının, belki daha doğru bir anlatımla, kuruluşundaki yönetici kadrolarının çoğunun tasfiye edilmiş olması önemli değildir ve kazandığı bu becerinin hiç de yüksek sayılmayacak bir fiyatıdır.

İkide bir bozulup kurulan ortaklıkların yansıması olan bu fiyat, başka nedenlerle biraz yükselse bile, uygun olmayı sürdürmüştür; çünkü, karşılığında sağlanan uzun ömür, devlet aygıtının görünür ve görünmez mekanizmalarına nüfuz etmenin yanı sıra yenilerini yaratmayı da sağlamıştır. Bu durumun, uzayan ömrün açıklayıcılarından biri olmasının yanında, iktidar yitirildikten sonra da etkilerini sürdürmesi ve yeni bir düzen içi iktidar için ciddi sorunlar yaratması beklenebilir. Cumhuriyet devriminin kazanımlarındaki gerilemenin onarılması güç düzeylere ulaşması derken belirtilmek istenenin bir yanı bu olsa gerektir. Başka bir anlatımla, cumhuriyetin yıkımında etkili olmuş öğelerin kolayca sökülüp atılamayacak biçimde devlet aygıtının çeşitli bölmelerine yerleştirilmiş olduklarını düşünmemek, düpedüz saflık olur.

Bugün geldiğimiz evre, on yıllarca sürmüş mücadelelerin sonucu olan hak ve özgürlüklerin kazınması, emekçi kitlelerin yaşadıkları çevreden en basit ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar her bakımdan yoksullaştırılmasının dayanılmaz boyutlara ulaşması ve dehşet verici bir çürümenin toplumsal hayatın bütün alanlarına yayılması ile ayırt edilmektedir. Ancak, bu saydıklarımızın hiçbirini, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” yaratmış değildir. 

Şimdi, en baştaki soruya dönebiliriz: Ucube olan hangisi? Kapitalizmin kendisi mi, yoksa onun sınırları tanımlanmış bir coğrafyada ve belli bir zaman aralığında ortaya çıkmış, ama yalnız kendine özgü olmayan siyasal ürünü mü? 

Bizim orta öğrenim çağlarımızda münazara konuları vardı; “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?”, “Eğitimde aile mi önemlidir, okul mu?”, “Tiyatro mu üstündür, sinema mı?” türü sorular ortaya atılıp iki tarafa tartıştırılırdı. Soru onlara benzedi biraz. Ama yanıtı besbelli: Çirkinlikte hiçbir şey kapitalizmin eline su dökemez. Şöyle de söylenebilir: Kapitalizm dediğimiz, bütün çirkinliklerin anasıdır. Dolayısıyla, onun kendisini bırakıp ürünleriyle uğraşmak çıkar yol değildir, birinden kurtulduk sanırsınız bir başkasını yaratır; çünkü, yaşlandıkça doğurganlığı azalmamış, artmıştır.